Geçen yüzyılın başıydı. Ulusalcılığı silah olarak kullandı Avrupa. Osmanlı’nın ince ince ördüğü kardeşlik ağını ucundan çekiştirmeye başladı. Kendi ırkından olmayanı, en hafifiyle yabancı ve en sonunda düşman bellemeyi öğrendi insanlar. Buna meyyaldiler de. Belli ki İblis’i dinleyen bir parçamız vardı; hep olacaktı. İblis’ten miras, “ben ateştenim, sen ise topraktan…” günahı hızlı yayıldı. Etnik kimlikler alevlendi düşmanlıklar. Mezhep taassupları kışkırtmalara zemin oldu. Çok kültürlülüğün yeryüzünde gerçekleşmiş son başarılı modeli Osmanlı, kafatası hesapları üzerindenTürketnik kimliğine doğru daraltıldı. Renkler çekildi Anadolu’dan, farklılıklara tahammül azaldı. “Türkiye Türklerindir” vaadiyle, “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla, Osmanlı ruhununSykes-Piko küstahlığıyla çizilen sınırların dışına ilgisiz kalması istendi. Ufkumuz Meriç ırmağının beri yakasında bitecekti hesaplarınca. Himmetiniz Nusaybin’in güneyine geçmeyecekti. Gazze sınır dışında kalacaktı. Kudüs dış merkez sayılacaktı. “Saraybosna’dan bize ne!” diyecektik.

Ne var ki Avrupa zaferinin tadını çıkaramadı. Körüklediği ırkçılık ateşi, Osmanlı’yı resmen bitirirken, İtalya’da, İspanya’da, Almanya’da ırkçı ve etkin liderler belirdi. Etkili silahlarının geri tepeceğini hesap etmemişlerdi. İkinci Dünya Savaşı, sivriltilen ulus kimliklerinin kanlı çatışmasına sahne oldu. Irkçı nefretin hadsizliği milyonlarca can aldı. Tarifsiz acılar yaşandı. İnsanlık son yüzyılını utandırıcı soykırımlarla kapattı.

Irkçılık etkili bir silahtı, amansız bir tuzaktı. İblis işiydi bir kere. Ateş olmak üzerinden üstünlük iddiası, bütün zamanların şeytanı olma kudreti vermiştiİblis’e. İlk ve belki tek günahtı ırkçılık; diğerlerini o üretti. Cinayet, hırsızlık, gasp, tecavüz… ne varsa, “ben ateştenim!” diyen örtülü kibirle gerçekleşti.

Elindeki fitnenin içeride de kısa devre yangın çıkardığını gören Avrupa, kan dökülerek belirlenmiş sınırları fiilen yok etmeyi deneyen Avrupa Birliği projesini başlattı. Avrupalılık, bir süre idare etti; geçici bir ferahlık dönemi yaşandı. Uzun sürmedi, neofaşistler türedi orada burada. Ulusalcı partiler iktidara aday oldular. Fitne çekirdeği yeniden filizlendi. Doksanların başlarında, ırkçılığın kirli mektebinden mezun olmuş Sırp ve Hırvatlar, soykırımlar yaptı, etnik temizlikler gerçekleştirdi- ki hâlen devam ediyor.(Bu satırları bir gecede katledilmişon bine yakınsivilin mezar taşlarının arasından, Srebrenitsa’dan yazıyorum. Mezar taşları, 1995 yılını işaretliyor; çok uzak değil olanlar.)

On günlük Balkanlar seyahatim Osmanlı’nın sahih gerekçeler üzerinde, ince ince inşa ettiği kardeşlik dokusunun canlı olduğunu gösterdi bana. Farklı inançların, farklı ırkların bir arada yaşadığı iklimi sadece İslam sağlıyor. (Bakmayın, orada burada, Müslümanları, kendileri gibi olmayan herkesi yok etmeye niyetli faşistler gibi tasvir eden algı operatörlerine. Onlar da biliyor ki, İslam medeniyetinin susturulduğu yeryüzünde, silahların caydırıcılığıyla gerçekleştirilen konjonktürel barış var sadece. Gönül rızası üzerinden gerçekleşen sahih barış, çeşitliliği incitmeden, çok-dinliliği var kılarak, sadece İslam medeniyetinde denenmiş ve başarılmıştır.)

Balkanların her köşesinde Osmanlı’dan miras medeniyetin yaşandığı yerlerde, tam da aradığını görüyor Avrupa. Sahih bir gerekçeyle inşa edilen, kalpleri saran bir ülküyle devam eden kardeşliği görüyorlar. Osmanlı’nın başından beri İslam adına var ettiği kardeşliğin izinin silinmediğini kabullenmekten korkuyorlar. Geçen yüzyılın başında hırsla yıktıkları şeyin, kendilerini de onaracak şey olduğunu fark ettiler.

Gümülcine’den Üsküp’e, Prizren’den Saraybosna’ya, duru bir dere gibi akan İslam kardeşliği, Avrupa için siyasal bir tehditten önce, varoluşsal bir sorgulama sebebidir artık… Balkan İslam’ını Ortadoğu İslam’ı gibi siyasallaştırıp terör diye paketleyebilecekleri bir kutuya koyamamışlar… Çünkü Balkan İslam’ını, kendi ürettikleri “Usame Bin Ladin imajı” değil, her hecesi hikmet dolu, sakin güç Aliya temsil ediyor. Srebrenitsa soykırımını, Saraybosna’nın her köyünde, mezar taşlarına kazınmış etnik arındırma lekesini koyacak yer bulamıyorlar.

Orada öylece duruyor gerçek… İçinden kendilerini hemen saracak iyiliğin çıkacağı “Pandora’nın kutusu”nu açmaktan ölesiye korkuyorlar. Şaşkınlar. Umulur ki mahcup da olurlar.