Bir Ramazan vakti, çürük omuzlara ithaf olunur.

İnsan olmanın yükünü omuzlayan yalnız ve suskun kalplere...

Çünkü aynı zamanda bir sükûnet bir yavaşlama ayıdır Ramazan. İç hesaplaşmaların yaşandığı, kendini muhatap alma ve kendisiyle tekellüm etme ayı.

Yine bir hazan, fetret devrine denk geldi bu sene.

Ah, o yalnızlık… Rabb’e doğru giden yolun ilk sapağı, açılan kapının anahtarı.

Ahlaki çürümüşlüğün, zihin karmaşasının, bilinç bulanıklığının, şöhret ve para düşkünlüğünün, hazzın, hırsın ve kibrin, duyuların esiri olmuş bedenin, dünyaya tutuklu ve tutkulu beyinlerin karşısında bir meydan okuma.

Hz. Muhammed’in Hira’da, İsa’nın Golgota’da, Yakub’un kerpiç evinde, Musa’nın Tur Dağı’nda, Yunus’un balığın karnında yaşadığı yalnızlık… Ne müthiş bir meydan okumadır o.

Hakikat sızısı çekenlerin kalbindeki burukluk… Duyular dünyası ile kalbî dünyasında yaşadığı med cezirler…

Bir acayip mide bulantısı… Kendinden uzaklaşmanın, tuzakların, menfaatperestliğin kol gezdiği, ahlakın bozulduğu bir acayip çürüme çağı.

İç çekişler, içe çekilmeler… Dostoyevski’nin “kendi kendimi yiyip bitiriyorum” dediği bir bulanık çağ.

Ve sonsuzun çekim gücü, bir göz kamaşması, ilahi nefesin, hikmetin, sevdanın, aşkın dünyaya akışı (med) ve “Biz Allah içiniz ve nihâyet ona döneceğiz” (cezir) yolculuğu.

Ötelerin ötesine duyulan iştiyak, kabına sığamama hali, vicdanların kabardığı, bayağı bir yaşamın esiri olmama durumu, içe doğru yapılan bir seyahat ve her an açılmasını dilediğimiz o kapı.

İnsanlık, azgın suların aktığı bir nehirde bata çıka yol alıyor. Kederi yüzüne vurmuş, acıdan çılgına dönen, ıstırap dolu ruhların haykırışını duyabiliyor musunuz?

Hiçbir zaman kesinliğe ulaşamamanın verdiği acıyla bir kasılıp bir büzülen insanlık… Hangi açlık teskin eder bu acıyı? Hangi iftar menüsü iyi gelir bize? Hangi fitre zengin eder artık bizi?

Alışkanlıklarımızın kölesi edildik.

Sonrası zaten bir kayıtsızlık hali. Düşünceyi taze ekmek gibi fırından alıp tüketen toplum modeli. Derinliği olmayan, gündelik bir yaşam sistemi bu.

Diren ve dilen ey Âdemoğlu;

Yoldaki dikenlerin, çalılıkların arasındaki savruluşunu izle. Ve uçuruma doğru itilmenin verdiği çaresizliği düşün.

Tam korunaklı bir yere ulaştığını hissettiğin anda yeniden yeniden başlayan o çöküntü halini düşün. Sonra dilen ve teslim ol.

Ne zaman kalemi elimize alsak bağrımıza saplanmış bir hançer gibi çığlıklar atarak o belirlenmiş belirsizliğin, kuşkunun ve umutsuzluğun içerisinde kayboluyoruz.

İnsanlık zaten zekâsının verebileceği her türlü meyveyi topladı. Geride büyük bir boşluk bıraktı. Mesafeyi kapatmak için olsa gerek çok aceleci davranıyor ve hızla yol alıyoruz. Düşe kalka, yara bere içerisinde…

Oysa “onların kalpleri vardı” değil mi? Kalp yani akıl( intellect) yani idrak eden meleke anlamında. Çünkü “O, ne yerlere ne göklere ancak mümin kulunun kalbine sığar.” Lakin insan esfel-i sâfilîne düştüğü anda bu kaynak kurur, körelir.

Çünkü orası, hayat pınarının çağladığı yerdir, suyu tatlı, yürekleri tazeleyen bir kaynak. Orası mana ikliminin estirdiği Aşk’tır. İki denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeden gideceğim demişti Musa isterse yıllarımı alsın.

Aşkı, sevdayı, düşü, düşünceyi, kendi olmayı, ölmeden önce ölmeyi başaramayan insanların dünyasında bir çıkış yolu arıyoruz. Sükûnetle, acelesiz ve insana yaraşır bir olgunlukla yapalım diyoruz bunu.

Bu sebeple her Ramazan umutlanırız. “Belki bu sefer, kendine doğru bir adım atsa sıyrılacak korkularından” deriz. Belki de kendisi için kendi içinde yeni bir sistem inşa edebilir. Ve biz de buna “özgür olmak” deriz.

Ama bunun bir bedeli var. Omuzlarımıza ekstra bir yük-vebal yükleyecek bu. O yüzden her defasında kaçıyoruz. İftarın her kapıyı açtığını düşünerek vazgeçiyoruz. Sıcak bir ramazan pidesinde arıyoruz huzuru.

Ah, ne ağır bir yükmüş insan olmak. “Usta ölmeden bana bir oyun öğret. İnsan olayım”demişti ya şair. İnsanlara insan olduklarını daha çok hatırlatmalı belki de.

MİLAT