‘’Yeni Dönemde Sendika, Siyaset, Bürokrasi Üzerine Düşünceler.’’

‘’Kimvurduya gitti aşkımız faili meçhul değilse nefsi müdafaadır...

Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende

Kavgamızın tek seyircisi bu şehir

Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır.’’

Furuğ Ferruhzad

Genelde sivil toplum kuruluşlarının özelde ise sendikaların, siyaset ve bürokrasi ile ilişkileri hep tartışma konusu olmuştur. En başta söylemek gerekir ki sivil toplum kuruluşlarının yapısı ve işlevleri konusunda belirleyici olan ülkemizin geçirdiği toplumsal ve siyasal süreçlerdir. Toplumumuzun yeniden yapılandığı ve “Yeni Türkiye” olarak tanımladığımız bu dönemde yaşanan gelişmeler sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, siyasetin ve bürokrasinin ve bunlar arasındaki ilişkilerin tekrar gözden geçirilmesi ve yapılandırılması ihtiyacını doğurmaktadır. Her kurum kendi konumu, yapısı ve toplumsal işlevi üzerinde tekrar değerlendirme yapmalı ve gerekirse toplumsal gelişmeler doğrultusunda yeniden yapılanma yoluna gitmelidir. Çalıştığımız alan itibariyle bizim ilgimiz ve değerlendirmelerimiz kamu sendikacılığı ile ilgilidir.

Bir toplumsal çözüm aracı olarak siyaset, toplumsal destek ile örgütlenerek toplumsal çözümler üreten bir kurumdur. Doğal olarak yönetim mekanizması ve toplumun yeniden yapılanmasının en temel aktörüdür. Arkeolog Gordon Childe toplum örgütlenmesinin bir ihtiyaç sonucu ortaya çıktığını belirterek “toplum, ihtiyaçlarını karşılayacak üretim yolları bulmak için, yani kendini yeniden üretmek ve yeni ihtiyaçlar yaratmak için kurulmuş bir iş birliği örgütüdür.” şeklinde bir toplum tanımı yapmaktadır. İhtiyaçların karşılanması ve kendini yeniden üretmesi noktasında toplumun kullandığı en önemli enstrüman siyaset kurumudur. Tarihsel olarak farklı biçim ve yapılar ile toplumsal örgütlenmeyi yöneten siyaset, günümüzde seçimler üzerinden aldığı halk desteği ile toplumsal bir çözüm aracının temel aktörü olarak ortaya çıkmaktadır. Elinde bulunan seçmen kartı ile birey, toplumun alacağı yön üzerinde siyaset ile belirleyici olmaktadır. Doğal olarak bu yapısı onu, bürokrasi üzerinde hâkim kılmakta, sivil toplum kuruluşları ile ilişkilerinde de belirleyici konuma getirmektedir.

Sivil toplum kuruluşlarının en büyük ve etkin güçlerinden bir olan sendikaların siyaset ile ilişkilerini de bu noktada değerlendirmek gerekir. Birer menfaat ve meslek örgütü olarak sendikaların siyasette tarafsızlıkları ideal olarak hep vurgulanmıştır. Ancak toplumsal talebin iletilmesinin ötesinde bir temsil aracı olan sendikalar tabanlarının yapısı doğrultusunda siyaset ile ilişki kurmuşlardır. Sadece sendikalar değil sivil toplum örgütlerinin tamamı siyaset kurumu içindeki taraflardan biri ile daha güçlü ilişkiler içinde olmuştur. Resmi olarak dile getirilmeyen bu durum sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalar ile net biçimde bir biçimde ortaya konmaktadır. Birbirlerini siyasetin arka bahçesi olmakla suçlayan sendikalar tarihsel süreçlerin tamamında siyasi yapıların içerisinde ve taraf olmuşlardır. Ve her zamanda taraf oldukları kurumun iktidar olması yönünde tavır sergilemişlerdir. Bu durumun her ne kadar ideal sivil toplum kurumu tanımına uymadığı söylense de toplumsal bir kurum olan sendikaların toplumsal çözüm noktasında siyaset ilişkisini eleştiri konusu yapmak tartışmalı bir durumdur. Bu eleştiri sendika siyaset ilişkisinde sendikanın edilgen bir biçimde siyasetin güdümünde olduğu ön kabulünden kaynaklanmaktadır. Ancak diğer sivil toplum kuruluşları gibi sendikalar da gerçekten toplumsal bir tabana dayandıklarında siyaset üzerinde belirleyici olabilmekte, toplumsal talepler ile siyasete yön verebilmektedirler. Özellikle son referandum bu konuda sendika ve diğer sivil toplum kuruluşlarının önünü açmıştır. Yüzde elli gibi bir oranı yakalamak isteyen siyaset doğal olarak tabanı daha çok kuşatmak zorundadır. Bu noktada gerçekten üyelerinin beklentilerine hâkim, talepleri ilk elden dinleyen, bunları siyasete aktarabilen aynı zamanda üyelerini bilgilendiren ve bu şekilde taleplerin toplumsal koşullara uygun hale gelmesini sağlayan bir sendika anlayışı, siyaset ile ilişkisinde edilgen değil, toplumsal çıkarlar doğrultusunda etken bir konumda olacaktır. Bu durum tüm sivil toplum kuruluşları için geçerlidir. Tabii sadece bir tabeladan ibaret sivil toplum kuruluşlarını bunun dışında tutmak gerekir.

Toplumsal sorunların çözümünü üstlenen siyasetin yönetimde ve toplumsal devamlılığın sağlanmasında kullandığı en büyük araç bürokrasidir. Sosyolog Max Weber bürokrasinin rasyonel otoritenin bir sonucu olduğunu, rasyonel otoritenin bürokrasi ile sağlanabileceğini söylemektedir. Sanayileşmiş batı toplumu üzerinden oluşturulan bu görüşler bürokrasiyi açıklamak anlamında önemli olsa da bizim toplumsal tarihimizde bürokrasi oldukça uzun bir geçmişe sahiptir. Önemli sosyologlarımızdan Şerif Mardin “Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri: Türkiye’de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci” adlı makalesinde Türklerin bürokrasi ile tanışmasını “İslâmlığı kabul eden Türklerde görülen değişikliklere gelince, bunlar iki noktada toplanabilir: bir, bürokrasiye giriş ve Sasanî kâtiplerden devralınan beceriler.” şeklinde belirtir. Bu dönemden itibaren ayrı bir toplumsal sınıf olarak oluşan bürokrasi gerek Selçuklu gerekse Osmanlı örgütlenmelerinde toplumsal dengenin kurulması açısından oldukça önemli bir işlev görmüştür. Ayrı bir sınıf olmakla birlikte özellikle Osmanlı deneyimi bu sınıfın babadan oğula geçen bir yapıya bürünmesini engelleyerek kapalı bir tabaka şeklinde oluşmasını engellemiş ve bu sınıfa geçişi belirli şartlar ile sağlamıştır. Tarihsel olarak bakıldığında bürokrasi toplumsal dengenin kurulması ve halk ile siyaset arasında irtibatın sağlanmasında oldukça önemli bir görev üstlenmiştir.

Ancak bürokrasinin bu yapısı batılılaşma çabaları ile değişmeye başlamıştır. Yukarıdan aşağıya doğru dışardan alınan çözümlerin dayatılması bürokrasi aracılığıyla olmuştur. Bürokrasi giderek siyaseti ve toplumu kendine göre -daha doğrusu batıdan alınan reçetelere göre- dizayn etmeye başlayarak gücünü toplumdan alan siyasetin yerine geçmiş ve temel aktör haline gelmiştir. Tek parti ve darbe dönemlerinde iyice güçlenen bu yapı artık kendi seçkinlerini üretmektedir. “Bürokratik Vesayet” olarak tanımladığımız ve yıllarca karşısında durduğumuz bu yapı 2000’li yılların başından itibaren toplumun bir siyasi gücü destekleyerek kendi çözümünü ve dönüşümü başlatması ile son bulmuştur. Toplumsal tarihimiz bize sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların bürokrasi tarafından nasıl dizayn edildikleri ve toplumun ve siyasetin karşısına nasıl konulduklarının örnekleri ile doludur. Bir dönemin meşhur “Cumhuriyet Mitingleri” hepimizin hatırladığı örneklerin başında gelir. Günümüzde bürokrasi tekrar doğal görevine, siyasetin aracı olma görevine dönmüştür. Siyaset çözümünü ve yönetimini bürokrasi aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Yeni dönem, Yeni Türkiye bürokrasinin ve bürokratlarının da kendilerini yeniden yapılandırmalarını zorunlu kılmaktadır. Siyasetin uygulayıcısı olan bürokrat, vesayet dönemindeki kibrini devam ettiremez. Artık halka ve toplumsal grupları temsil eden sivil toplum kuruluşlarına, sendikalara onları dizayn etmek için değil, sorunları tespit etmek, çözüm üretmek, tabana daha yakın olmak için yaklaşmalıdır. İlişki vesayete değil karşılıklı anlamaya yönelik olmak zorundadır. Sendikaların baskı oluşturma çabaları nasıl doğal ise bu talepleri toplumun çoğunluğunun menfaati doğrultusunda, yasalara uygun olarak gerçekleştirmek de bürokrasi için de doğal bir davranış biçimi olacaktır.

Özetle: günümüzde toplumsal değişmeler tüm kurumları değişime zorlamaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının ve konumuz açısından sendikaların gerek bürokrasi gerekse siyaset ile ilişkilerini ve bu doğrultuda kendi yapılarını, duruşlarını yeniden değerlendirmeleri gerekiyor. Siyaset ile ilişkide bulunduğu alanda ve tabanda güçlü olarak toplumsal çözüm üreten ve bu şekilde siyaset içerisinde etkin rol oynayan bir sendikal anlayış Yeni Türkiye’nin bir gereği olarak karşımızda durmaktadır. Bürokrasi ile ilişkilerde ise eski vesayetçi dönemden kalan bürokrasinin etkin olduğu ve dizayn ettiği anlayışa ait davranışların terk edilmesi gerekiyor. Tabanından değil bürokrasiden güç alan bir sendikal anlayış toplumsal bir kopuşa ve sendikal bürokrasiye yol açıyor. Bu durum aynı toplumsal yapıdan geldiği siyasetin toplumsal destek almasını da güçleştiriyor. Gücünü üyeden alan ve üye talepleri doğrultusunda çözümler üreterek bürokrasi ile ilişki geliştiren bir sendikal anlayış günümüz siyasetinin de gereğidir.

Son söz; Akçakoca’nın Osman Bey’e dediği gibi, ‘’Bey kısmının onuru kendi malı değildir!’’

 

 

Celal DEMİRCİ