Türkiye’nin en büyük sorununun eğitim sorunu olduğunu biliyorsunuz. Bu konudaki düşüncem çoğunluğun bu fikri ile aynı.
İktidarlar, ama bilhassa Ak Parti iktidarı döneminde eğitim alanında devletin imkânları seferber edildi. Hükûmetler bu soruna çözüm bulmak için pek çok adımı atmış olsalar da eğitimimizin hali ortada.

Bir ülkenin bilim, sanayi, teknoloji alanındaki gelişmişliğinin o ülkenin eğitimdeki başarısıyla alakalı olduğu yadsınamaz. Zaten dünyanın en eğitimli ülkeleri sıralamasına baktığımız zaman bu savın -bizim açımızdan- acı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Zira başarı sıralamasında çok gerilerdeyiz.

Oysa bizim medeniyetimiz Birunileri, Farabileri, Cezerileri, Kindi, İbn-i Sinaları, İbn Haldun, Ziryab, Mimar Sinanları, Bayramoğlu Ali Ağa, Hezarfen İbrahim Edhem Efendileri ve daha nice öncü mucid ve mütefekkiri yetiştirirken, bugün eğitimde ilk 10’a giren ülkelerin pek çoğu tarihte anılmaya değer bile değildi.

Eğitim ve bilim alanındaki geri kalmışlığımızı harf inkılabına bağlama kolaylığına kaçanlara biraz olsun hak vermek mümkün, lakin Osmanlı döneminde harf inkılabı yapılmadan 3 asır önce başlayan bir süreçten söz ediyoruz.

Geçen gün açıklandı: 2017’de dünyanın en başarılı 500 üniversitesine sadece 2 (yazı ile ‘iki’) üniversitemiz girebildi. Bu başarısızlığı yalnızca üniversitelere bağlamak hakkaniyete uygun düşmez. Ana okulundan, bilemediniz ilk okuldan itibaren gelen bir başarısızlıktan söz etmek gerek.

Kimi iktidarların, 28 Şubatların eğitime vurdukları ağır darbeye sığınmak da asıl ve ana sorunun teşhisine ve çözümüne katkı sunmaya yeterli gelmemektedir. Eğitimdeki içler acısı halimizin sebeplerini daha derinlerde aramamızın gerekli olduğu kanaatindeyim.

Milli Eğitim Bakanlığı bugüne kadar okutulacak kitaplardan tutun öğretmenlerin sınıftaki fonksiyonuna kadar, sınavlardan tutun branş derslerinin saatlerine kadar, idareci atamalarından, öğrenci yerleştirmelerine, ders başlama ve bitiş saatlerine kadar dikiş tutturamama alanında yine kendisine ait rekorları altüst etmiştir.

Düşünebiliyor musunuz?

Yaşadığım Diyarbakır’da 13 yaşındaki bir öğrenci şehirdeki hiçbir okula kaydını yaptıramıyor. Çünkü sistem olarak ucube sınav sonucu yüzlerce öğrenciye Diyarbakır’dan 140 km uzaklıktaki Kulp ilçesine kayıt yapmak dışında bir şans tanınmamış. Tamam, araya girilip sorun çözülse de bir curcuna ki sormayın.

Bu ve benzeri uygulamalarla öğrenciler milli eğitimin kobayı durumuna düşürülüyor ise ve burada beceriksizlik yoksa şıklar arasında art niyet dışında bir seçenek kalmıyor.

Unutmadık, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın çocukları “yarış atı” durumuna düşüren TEOG ile ilgili çıkışını. Allah aşkınıza, velilerin bunca şikayetine rağmen Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri bu durumu ta ilk başta fark etmeli değil miydi?
Peki, çocuklara zaman kazandırması açısından takdire şayan olan yeni sınav sistemini uygun gören bakanlığın, öğrencilerin okullara yerleştirilmelerinde yaşayacakları keşmekeşliği öngöremeyişini nasıl ve ne ile izah edeceğiz?

Daha vahimi mi?

Ya okullarda masalara bırakılan kitapların % 80’inin idareciler tarafından depolara, oradan da kağıt toplayan firmalara satıldığına ne diyeceğiz?

Geçen gün bazı okulların depolarını görmek istedim, izin vermeyenlerin çoğunlukta olmalarının sebebini, bakmama izin veren okulların depolarının 2018-19 eğitim öğretim yılı için bakanlığın masalara bırakmakla övündüğü kitaplarla tıka basa dolu olduğunu görünce anlayabildim. Çünkü işin içinde yine bit yeniği var:

Okullar Milli Eğitim Bakanlığına ait kitapları değil, aralarında bu kitapları da basan yayınevinin de kitaplarının yer aldığı yani muadil kitapları okutuyor. Velilerin bu konudaki veryansınını duymamak büyük bir marifet olsa gerek!

Beteri var, devam edeceğiz.

Ahmet AY / Milat