Sürpriz bir şekilde TEOG sistemini kaldırıp öğrencilerin ağırlıklı olarak sınavsız ve evlerine yakın okullara yerleşecekleri yeni bir sistem vaadinde bulunmuştu hükümet. Uzun ve yorucu bir çalışmanın ardından nihayet kamuoyuna yeni sistem açıklandı. Bu yeni sistemin en önemli ayağını oluşturan husus şüphesiz ‘nitelikli okullar´ kategorisine hangi okulların alınacağı idi. Açıklanan “Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına İlişkin Yapılacak 2018 Yılı Merkezî Sınav Başvuru ve Uygulama Kılavuzu” ile hem okullar ilan edilmiş oldu hem de yapılacak sınava ilişkin yol haritası netleşti. Yeni ‘Ortaöğretime Geçiş Sistemi´miz bütün hatlarıyla önümüzde ve toplu bir değerlendirme imkânına sahibiz.


Açıkçası konuştuğumuz alan ve alanın mevcut şartları elimizde ne tür opsiyonlar olduğuna ilişkin yeteri derecede fikir veriyordu. Ancak hükümet, ülkenin önemli bir nüfusunu ilgilendiren alana ilişkin yine de radikal değişikliklere gitmeyi tercih etti. Önümüze Cumhurbaşkanı, Başbakan ve MEB yetkililerinin açıklamaları üzerinden sınav stresi, servis sorunu, etüt-dershane yaygınlığı gibi somut gerekçelerin yanına ezberciliğin önüne geçilmesi, eleştirelliğin geliştirilmesi, ders dışı etkinliklere katılım, herkesin istediği okula gitmesi gibi afaki şeyler dile getirildi.

OTURMUŞ SİSTEM KALDIRILDI

Maalesef TEOG´un apar topar kaldırıldığı günlerde de dile getirdiğim gibi; kamusal bir tartışmanın konusu olmayan hiçbir hususta nitelikli bir çözüm bulma imkânımız olamaz. Konuşulmamış, tartışılmamış, eleştirilmemiş bir hususta MEB´in ‘şapkadan tavşan çıkarması´ gibi bir anlayışla sihirli formüller bulacağını ummak, beklemek gerçekliğe uygun değildi. Maalesef, hükümetin öncülük ettiği bu sürece dile gelen gerekçelerin albenisine kapılarak tüm ülke destek sağladı veya en azından anlamlı bir muhalefet göstermedi. Dolayısıyla oturmuş ve önemlisi eğitim kamuoyunca üzerinde geniş ölçüde uzlaşı sağlanmış bir düzenlemeyi ‘eksiklikleri var´ gerekçesiyle yürürlükten kaldırdık. Yeni sistem de önümüzde olduğuna göre dile gelen gerekçeler ve bunların karşılanıp karşılanamama durumlarını tartışma imkânına sahibiz denilebilir artık.

Meselemiz, sistem içindeki belirli tür okulları birbirine karşı konumlandırmak, belirli okulları ‘nitelikli okullar´ olarak etiketleyip diğerlerini gözden çıkarmak olmamalı.

Yeni sistemin gerekliliği için ileri sürülen gerekçelerin hangi düzenlemelerle karşılık bulduğuna bakmamız icap ediyor öncelikle. Birincisi, sınavın zorunlu olmaktan çıkması dolayısıyla sınav stresi yaşayan öğrenci sayısında görece bir azalma yaşanacaktır. Ancak yeni sistemde sınavla öğrenci alacak ‘nitelikli okullar´ sayıca çok azaldığı için sınav stresinin daha da şiddetleneceğini kestirmek zor değil. İkincisi, okulların sınavlı olmasının yaygın bir servis ağına, öğrencilerin trafikte zaman kaybetmesine ve yorulmasına ayrıca ülkemizde bir trafik sorununa neden olduğu şeklindeki gerekçe de bu düzenlemeyle ortadan kaldırılmış olmuyor. Çünkü öğrencilerin tercih parametrelerinden en önemlilerinden birisi okulun yakınlığı-ulaşım kolaylığıdır ve bu nedenle önceki sistemde zannedildiği gibi kamusal bir soruna dönüşmüş servis problemimiz de bulunmamaktadır. ‘Nitelikli okullar´ın varlığı vs. gibi hususlar servis sektöründe yaygınlığın devam edeceğini göstermekle birlikte yeni sistemle şehir içinde belli bölgeleri hedef alan iç göçlerin yaşanmasını beklemeliyiz. Zira sınav kapsamından çıkarılan pek çok okulun bu iç göçler için mücbir sebebe dönüşeceğini görmek zor değil. Üçüncüsü, dile getirilen etüt-dershane mevzusu. Destek eğitimi diyeceğimiz hususun yeni düzenlemeyle azalacağını düşünmek de gerçekçi değil. Sınavın zorunlu olmaktan çıkmış olması öğrencilerin ve velilerin ‘nitelikli okula´ gitme arzularında bir değişikliğe neden olmuyor. Tersine girilecek yerlerin sayı olarak azalmış olması piyasayı daha da hareketlendirecek ve muhtemelen etüt merkezlerine-dershanelere çok daha erken dönemlerde başlamasına neden olacaktır.

Bu maddi gerekçelerin yanı sıra dile getirilen ezberciliğin azaltılması, eleştirelliğin artması, ders dışı etkinliklere katılımın artması, öğrencilerin eve yakın okula veya istedikleri okula yerleşmesi gibi hususların birer fanteziden ibaret olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ezbercilik, eleştirellik bağlamında bir değişimin yaşanabilmesi için sistemi bütüncül ve yapısal ele alacak düzenlemelere ihtiyaç var. Zorunlu eğitimden, merkezi eğitimden, Tevhid-i Tedrisat´tan başlayarak sofistike bir tartışma yürütmemiz gerekiyor. Ders dışı etkinliklere katılım mevzusu doğrudan mevcut sistemin yapısı, zaman-mekân planlaması ve şüphesiz bizim sosyal-kültürel-sportif alanlardaki ahvalimizle ilintilidir. Öğrencilerin eve yakın veya istedikleri okula yerleşmesi ise Aydınlanma´nın yeryüzü cenneti vaadine benziyor. Burada yapılması gereken; bu tarz ütopik gerekçeler uğrunda enerji tüketmek yerine gerekçelerin gerçekdışılığını ifşa etmektir.

Peki, söz konusu gerekçeler ile yapılan düzenleme arasında makul ve mantıklı bir bağ yoksa o zaman tüm bu tartışma, arayış, emek hâsıl-ı kelam bir buçuk milyona yakın öğrenciyi ilgilendiren düzenleme bize ne söylüyor? Sanırım işin en önemli ve üzüntü verici kısmı burası. Öncelikle bir kamu politikasının karşılaması gereken temel yönetim ilkelerinden yoksun bir şekilde yol aldığımız hususu. İkincisi, kamusal hayatımızı doğrudan ilgilendiren önemli bir mevzuyu kavrayacak, tartışacak ve hükümeti yönlendirecek sivil aktörlerden yoksun olduğumuz hususu. Bunun içine YÖK´ü, Üniversiteleri, Sendikaları ve doğrudan ve dolaylı olan tüm diğer STK´ları dâhil edebiliriz. Üçüncüsü, yeni sistem özellikle de açıklanan ‘nitelikli okullar listesi, düzenlemeyi mümkün kılan iradenin, farkında olarak veya olmayarak, İmam-Hatip Liselerini kollama-yaygınlaştırma çabası içerisinde görünmesidir.

‘YARALI BİLİNÇ´

Bir İmam-Hatip Lisesi mezunu olarak İmam-Hatip karşıtlığının nasıl bir anomaliye işaret ettiğini düşünüyorsam İmam-Hatip yandaşlığının da benzer bir anomaliye işaret ettiğini söylemek durumundayım. Meselemiz, sistem içerisindeki belirli tür okulları birbirine karşı konumlandırmak, belirli okulları ‘nitelikli okullar´ olarak etiketleyip diğerlerini gözden çıkarmak olmamalı. Bir tür ‘yaralı bilinç´ ürünü bu tip değerlendirmeler ve uygulamalar yerine sanayi döneminin, ulus devletin ve pozitivizmin revaçta olduğu dönemden kalan bu sistemi postmodernliğin, elektronik devrimin ve küreselleşmenin etkisinde şekillenen yeni tarihsel-toplumsal şartlara uyarlayacak yapısal dokunuşlara ihtiyacımız var. Zira zamanla sadece koşullar değişmiyor aynı zamanda çözümler de atıl hale geliyor. Eğitim sistemimizin ‘eğitim´ ve ‘sistem´ şeklinde iki temel sorunu olduğunu belirten Nurettin Topçu yerden göğe kadar haklı. Ünlü Sosyolog Ulrich Beck “Cevap, sosyoloji. Fakat soru neydi” diye yazmıştı. Bizim de cevabı önceleyen bir sorunumuzun, sorumuzun, tedaviden önce makul bir teşhisimizin olması gerekiyor. Önce çözümü bulup sonradan çözüme uygun bir sorun icat etmek, önce tedaviyi belirleyip sonra tedaviye uygun bir teşhis belirlemek meseleyi çözmez, ancak kronikleştirir.