Bu topraklar, son bir kaç asırdır, kan, gözyaşı ve ızdırabın değişmeyen adresi oldu.

Dünyayı cehenneme çeviren musibet, bu topraklarda etkisini çok daha derinden hissetirdi.

Tüm dünyaya yaptıkları gibi bu toprakları da istilaya yeltenen tek dişi kalmış canavar, nasıl oldu da kendileri gibi olmak istediğimiz 'Çağdaş Uygarlık' konumuna yükseldi?

Piramitlerin ihtişamına odaklananlar, kölelerin kan, ter ve göz yaşlarını gözden kaçıracaklardı.

Batı medeniyetinin ihtişamına odaklananlar, Firavun'un zulmüne rahmet okutan yeryüzü müstekbirlerinin sergilediği vahşet karşısında elbette doğru konum alamayacaklardı.

Falih Rıfkı Atay'ın ‘Zeytindağı’nda Enver ve Cemal Paşalarla gerçekleştirilen ‘Muhammed’in Mezarı!’ ziyareti vesilesiyle söyledikleri ibretliktir: “Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlâksız simsar yuvalarından biridir. Her Medine’li uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.” (1)

Falih Rıfkı Atay, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa’nın emir subayıydı.

Bu topraklar dün de bugün de bizden görünen fakat farkında olsa da olmasa da gavurun kılıcını sallayan mankurtlardan çok çekmiştir.

Adını ister cehalet, ister liyakatsizlik, ister ihanet koyun.

Netice gerekçeyi anlamsız kılmaktadır.

“Osmanlı Devleti’ni 1. Cihan Harbine sokan Enver, Tal’at ve Cemal Paşa üçlüsünden; Tal’at Bey, Alman hayranı, aşırı Türk milliyetçisi ve masondu. Cemal Paşa ise Fransız hayranı, aşırı Türkçü ve masondu. Enver Bey ile araları açılınca harbiye Nâzırı sıfatı ile Suriye’deki 4. Orduyu Hümâyûn kumandanlığına getirilmiş ve Arap Eyâletleri onun idaresine verilmişti.”(2)

“Medine Muhafız ve Kumandanı Basri Paşa, yakalamış olduğu bir propagandacı casus vasıtasıyla isyan tertibini ve bu tertiple alakadar olanları ve isyanın ne zaman ve ne suretle başlayacağını haber almış ve durumu mufassal bir rapor halinde Dâhiliye Nezareti’ne bildirmişti.  Planlanan isyan günü pek yaklaşmış bulunduğu ve bu sebeple Şerif Hüseyin’in çocukları Ali ve Faysal’ın tevkifleri halinde onun hiçbir harekete teşebbüs edemeyeceği muhakkak olduğu halde bu hususta mezkûr biraderlerin tevkifleri için Cemal Paşa’dan talep edilen müsaadeye önce hiçbir cevap alınamamıştır. Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Emir ve oğullarının isyanları, bir şekl-i fiilî olarak ilk kurşun onlar tarafından atılmadıkça hiçbir suretle harekete geçilmemesini, zira böyle yapılmadığı takdirde İslâm Âlemi umumi efkârı üzerinde fena bir tesir husule getirmek ihtimali bulunduğunu, bu yüzden verilen emre aykırı olarak yapılacak yanlış bir hareketin şiddetle cezalandırılmak suretiyle mukabele göreceği tarzındaki emrini Medine’ye tebliğ etmiş bulunuyordu.” (3)

Aynı Cemal Paşa'nın Suriye'deki tavrı ise çok çok farklıydı:

“Arap aydınların ihtilal hazırlığı içinde olduklarını ileri sürerek birçok insanı divan-ı harbe verdi. Yargılama 1916 Nisanı’nda sona erdi. Aliye Divan-ı Harb-i Örfi’si yargıladığı 20 kişiden 3-4’ünü idama mahkûm etmiş, diğerlerine farklı cezalar vermişti. Cemal Paşa, kendisine bu kararı tebliğ eden divan-ı harp başkanının elinden karar kâğıdını almış, 20 kişinin isimleri karşısına ‘idam’ diye yazmıştı. Divan-ı harp kararını bu şekilde düzeltti.(!) Ve ikinci gün idamlar infaz edildi. (6 Mayıs 1916) Faysal, o sırada Cemal Paşa’nın yanında idi. Bunların affedilmesi için yaptığı girişimlerin hiç bir faydası olmadı.” (4)

“Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden sağ olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir?”(5)

“Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı. Suriye’de derlerdi ki, Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını kaşırsa affedip etmemeyi düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.”(6)

Suriye cephesi ve Cemal Paşa, 'Arap İhaneti' senaryosunun gerçeğini anlayabilmek adına ihmal etmememiz gereken iki önemli konu başlığıdır.

Konu hakkında Dr. Ramazan Balcı şu tespitlerde bulunur:

“Osmanlı ya da İslâm tarihinde çölde kendi haline terk edilen birkaç kabile vardı. Osmanlı tarihinde Urban adıyla anılan bu kabileler uzun asırlar boyunca çölde yaşamış, cahiliye toplumunun adetlerini ve yaşama tarzını korumuşlardı. Çölde kendilerine lazım olacak pek basit aletleri devesine yükler koyun keçi cinsinden birkaç hayvanla, su bulabileceği vahalar arasında dolaşırlardı. Sayıları çok fazla olmayan bu kabileler arasında son derece kibar ve dürüst boylar olduğu gibi, hiçbir ahlaki kural tanımayan, öteden beri düşmanlık beslediği kabileye karşı baskın ve soygun dâhil her türlü cinayeti işleyen boylar da vardı. Sina Çölü’nde yaşayan bedevilerin sayısı yirmi ile otuz bin kadardı ve çok sayıda küçük kabilelere ayrılmışlardı.

İngilizler Cihan Harbi öncesinde bir yandan Urban kabileleri ile ilişkilerini geliştirirken diğer yandan siyasi sebeplerle Osmanlı başkentinde zorunlu ikamete tabi tutulan Şerif Hüseyin ile işbirliğinin yollarını aramaktaydılar. İngiliz siyaseti öteden beri Hilafeti, Osmanlı Hanedanı’ndan alıp Arabistan ya da Mısır’da kendi siyasetine alet edebileceği bir ailenin eline vermek için fırsat kolluyordu. Hüseyin’in büyük Arap ülkesine kral olma sevdası, İngiliz siyaseti ve tarihin karanlıklarına terk edilmiş birkaç Urban kabilesi ile bir araya gelince adına bilinçli olarak Arap isyanı denilen proje ortaya çıktı.

Urban sürresi kayıtlarında adına sıkça rastlanan Beni Sakr kabilesi bu sözde Arap İsyanı’nın asker kaynağıydı. Bütün Cihan Harbi boyunca İngilizlerin 40 yıllık çalışması, hadsiz derecede sarf edilen altınları ve İngilizlerce kandırılan Şerif Hüseyin’in ailesine rağmen toplanabilen asi sayısı on altı bin civarındaydı. Oysa sadece Filistin bölgesinde bir milyon insan yaşıyordu.”(7)

'İngilizler, Çanakkale’yi boşalttıktan sonra 1916 başlarında, Mısır’da on iki fırka kuvvet toplayınca, Şerif Hüseyin ayaklanmak için elverişli zamanı kazanmış bulunuyordu.

Şerif Hüseyin’in ayaklanması Hicaz’da, 5 Haziran 1916 (23 Mayıs 1332) ve çarpışmalar da umûmiyetle 9 Haziran 1916 (27 Mayıs 1332) de başlamıştır. Fahreddin Paşa kuvvetlerinin başında fiilen harbe katılarak asilerin büyük bir sayı üstünlüğü ile yaptıkları baskınları püskürtmüş ve Medine’yi kurtarmıştır. Medine’ye yetiştirilen kuvvetleri aldıktan sonra da; İngilizler’le Fransızlar’ın silah, altın para, yiyecek ve askeri birliklerle destekledikleri Hicaz’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin kuvvetlerini mağlûbiyete uğratmış ve Medine’yi 1916 Temmuzundan 1919 Ocak ayına kadar sonsuz güçlük ve imkânsızlıklar içinde müdafaa etmiştir. Medine, bir hiyânet neticesinde 13 Ocak 1919’da teslim olmuştur.” (8)

Nâci Kâşif Kıcıman Medine’nin düşmesine sebep olan iç isyanı başlatan “Emin Bey’in Cemal Paşa’dan gizli bir mektup aldığını” (9) aktarır.

'Cihan Harbi sonrası Ortadoğu sınırlarını tespit eden eller ile ‘İslâm kardeşliğinin bir işe yaramadığı, Araplar’ın en zayıf zamanımızda bizi arkadan vurduğu’ propagandasını yıllardır gündemde tutan elleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. İşin garip tarafı bazı kardeşlerimizin bu propagandanın etkisiyle kavmiyetçilik yangınının üzerine körükle gittiklerinin farkında olmamalarıdır. Bu günlerde özellikle de ‘Filistin Meselesi’ üzerinden bazı çevrelerce gündeme getirilen ve ‘yaptıklarını çekiyorlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlayış özellikle de Filistin için söz konusu olamaz.' (10)

Bu noktada şu tespiti hatırlamakta fayda vardır:

“Biz Yunanla harb ederken Anadolu’nun göbeğinde Konya’da isyan zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılara, Düzcelilere, Yozgatlılara, ‘Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!’ diyerek bir tarizde bulunmamaktadır.” (11)

“Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, bilhassa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen ‘kavmiyetçilik’ fesadı, Ümmet-i Muhammed’in paramparça olmasını sağlamıştır. Meşrutiyet Dönemi’nde yaygın bir hastalık haline gelen ‘kavmiyetçilik’(ırkçılık) fesadı ile aydınlanma felsefesinin etkisinde kalan İttihâd Terakki Fırkası iktidarının uygulamalarını birbirinden ayırmak kolay değildir.”(12)

Medine Müdafaası üzerine yazılan, Feridun Kandemir ve Nâci Kâşif Kıcıman'ın hatıratları dikkatle okunmalıdır.

İngilizlerin ortaya attığı Arap ihaneti senaryosundan önce Fahrettin Paşa'yı oyuna getirip teslim olmaya mecbur bırakanları konuşmalıydık. 

Fakat bizler konuşmamayı tercih ettik.

Eğitim Sistemi üzerine son dönemde yoğunlaşan eleştiriler üzerine Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin, ÖNDER İmam Hatipliler Derneğince Çeşme’de düzenlenen 14. İmam Hatipliler Kurultayı´nda yaptığı konuşmada şu açıklamalarda bulundu:

“Türkiye´de eğitim sistemi cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hiç değişmemiştir. Bunu çok iddialı olarak söylüyorum. Sadece eğitimde bu ana felsefeye ulaşmak için kullanılan araçlar üzerinde minimal değişiklikler yapılmış. Asıl ulaşılmak istenen sonuca sistemi götürecek yolda ufak tefek değişiklikler yapılmıştır ve bu değişikliklerin hiçbiri eğitim sistemi değişikliği değildir. (..) TEOG teknik bir konu, basit bir konu.'

Cumhuriyet'e  meşruiyet sağlayabilmek adına geçmişi karalamak üzerine kurgulanmış bir eğitim sistemi.

Son dönemde 'Değerler Eğitimi' üzerinden bir fark ortaya koymak iddiasındayız. Fakat o da tıpkı 'Yapılandırmacı Eğitim' anlayışında olduğu gibi Amerikan eğitim sisteminin taklidinden ibaret.

Tüm dünyaya hakim olan sistemi  sorgulamadığınız sürece tüm değerler ile kuşanmış olmanızın hiç bir mahzuru yok.

Seyyid Kutup'un tabiriyle, 'Amerikan İslâm'ı

Geçmişte Bilgi ve Hikmet dergisinde konu ile ilgili özel bir sayı çıkartan Ali Bulaç'ın tabiriyle, 'Protestan İslâm'

Ya da son dönemde FETÖ eliyle hakim kılmak istedikleri 'Ilımlı İslâm'

Görünen o ki değerler eğitimi anlayışımız da asıl değil, talî.

Asla gelemedik.

Sultan Abdülhamid'i dizilerden öğreniyoruz.

Fahrettin Paşa'yı ise bir asır geçse de yaşadığı hezimetin acısını unutamayan uşakların açıklamaları üzerinden konuşuyoruz.

Tam da Amerika'nın bu topraklarda tarihinin en büyük hezimetini yaşadığı Birleşmiş Milletlerde gerçekleşen Kudüs oylaması sırasında.

Yeryüzü müstekbirlerin tüm hesaplarını alt-üst eden bu oylamanın mimarları müstekbirlerin uzun zamandır uykularını kaçırmakta..

Hırsları bundan.

İngilizlerin satın aldığı Vehhabî-Bedevî Arapların  bizi arkadan vurduğu gerçeğini atlayıp, ihaneti tüm Araplar için genellemek tam anlamıyla bir İngiliz projesidir.

Toplumların da hafıza sahibi olduğunu bilenler şimdi o Vehhabî anlayışı Selefî bir makyajla tekrar sahneye sürmekte.

İslâm Dünyasını kasıp kavuran bu buhrandan kurtulabilmek için asla ihmal etmememiz gereken alanlardan birisi de İslâm'ı esas alan, yerli bir maarif sistemi inşa çabasıdır.

____________________

1- Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yay, İst, Tarihsiz, Sh:60

2- Bilinmeyen Osmanlı / Prof. Dr. Ahmet Akgündüz-Doç. Dr. Said Öztürk /Osmanlı Araştırmaları Vakfı / İst:1999 Sh:293

3-Nâci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, Sebil Yayınevi, Sh:32-38

4-Dr. Ramazan Balcı, Osmanlıyı Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:82-87.

5-Falih Rıfkı Atay, A.g.e. Sh:51

6-Falih Rıfkı Atay, A.g.e. Sh:55

7-Dr. Ramazan Balcı,  Osmanlıyı Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:72-75

8-Nâci Kâşif Kıcıman, A.g.e. Sh:20-30

9-Nâci Kâşif Kıcıman, A.g.e. Sh:90-91

10-Geniş bilgi için Bknz: Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, İkinci Bölüm: Arap ihaneti iddiası, Sh:71-136 ayrıca Dr. Ramazan Balcı, Osmanlıyı Yıkan Cephe: Filistin, Nesil Yayınları, İst 2006, Sh:72-95

11-Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yay. İst 2008, Sh:79

12-Hüsnü Aktaş, Türkiye’nin Siyâsi ve İktisadî Manzarası, Mîsak Yay, Ank 2010, Sh:, Sh:121

Alparslan Aydar / Yeniakit