Anlatılır; Ankara’da iki bürokrat mühim ve yüksek makamlarda hizmet ederken yine oralarda bir yerlerde karşılaşırlar. Biri diğerine selam niyetiyle merhaba der diğeri de ona. Onlar toplumun kullanageldiği ve Arapça olduğu için asla kendilerine yakışmayacağını düşündükleri aslında biraz da çevrelerinin ne diyeceğini bildikleri için “selamun aleyküm “ falan asla demezler. Meraba ve tokalaşma seremonisi tamamlanır. Neden sonra bu kadar boş lakırdının yeter olduğu kanaati hâsıl olan biri diğerine; daha ciddi(!) konulardan bahsetme arzusu ile fiziksel durumundan hareketle merakını mucip bir soru sorar.

      -Efendim kulaklarınız bir insan için fazlaca büyük değil mi? der. Aslında bürokrat çok âlî bir mertebede hizmet ettiği için hakk-ı âlîsi de varmış. Eee büsbütün müfteri olacak ta değil ya. Emme diğer bürokratta az değilmiş hani. O da koca koca okullar okumuş; iyi eğitim almış ve çok yüksek bir mevkide mühim bir vazifeye layık görülmüş. Boşa değil a!... Cevaben;

      -Evet, benim kulaklarım bir insan için fazlaca büyük demiş. Hakikati inkâr edecek değil ya. Gerçekten de kendisi de kulaklarının büyüklüğünün farkındadır. Ama dolaylı olarak kendisine “eşek” denmesine içerlemiş ve devamla;

      - Merak ettiğim sizin kulaklarınız da bir eşek için fazlaca küçük değil mi? demiş ve böylece o sözü sahibine iade etmiş. Hem de yüzüne açık açık düm düz.

      Tabi iki binli yıllar itibariyle mevcut bürokratlarımızı tenzih ederken, kulağa küpe misali paylaşarak bu olayın geçmişte hem de çook geçmiş dönemlerde yaşandığını ve yazının yazıldığı bu tarihten aşağı yukarı yirmi sene önce dinlediğim bir hikâyecik olduğunu ifade etmem gerekir. Bu tür meselelerin örnekleri çoktur bilenler bilir. M Akif, Necip Fazıl ve Ahmet Naim Babanzade ile ilgili anlatılan ve zekâ ürünü cevapların meşhur olduğu yanlış ya da maksatlı, alaycı sorular ve ifadeler karşısında vakur bir duruşa eşlik eden tavırlarını bilmeyen yok gibidir.

       Yakın zamanda bir bürokrat kardeşimizle yapılan bir sohbet ortamında bulundum. Ve günümüz bürokratları hep böyleyse ne mutlu bize dememiz gerektiğini düşündüm. Çünkü bulunduğu konumun hastalıkları bulaşmamış ya da başlamamış, inanılmaz derecede sağlam bir karakter sahibi, imanlı, inançlı, kararlı ve mütevazı bir üst düzey bürokratla muhatap idik. Taşrada küçücük bir kuruma yönetici olan insanların bazen ne kadar çabuk dağıldıklarını değiştiklerini gören bu gözler bu manzara karşısında küçük çaplı bir sulanma yaşasa yadırganmazdı herhalde.

      Türkiye’nin kuruluşundan benim çocukluk hatta gençlik dönemime kadar uzayan bir süreçte halkın değil başkentten bir bürokrat görmesi bir tapu dairesinde ki, nüfus ya da hastane iş ve işlemlerini yaparken oranın hizmetlisinden fırça yemediği ziyareti yok gibiydi. Kapılar milletin suratına kapatılmış, işler ise hak getire idi. Destursuz, selamsız hastanelerden en doğal hizmeti almak bile imkânsıza yakın hale getirilince sadece vatandaşa bu kapıyı açma işi bile; o kapıyı açana da meclis yolunu açıyordu. Sırf bu konularda yardımcı olabilmekten başka bir meziyeti olmayan insanlar onlarca yıl vekillik almış hatta her dönemde hangi parti öndeyse isterse fikri taban tabana zıt olsun o partiden vekil olurdu.

       Strateji bu; önce bir bir bu kurumların kapılarını halka kapat; sonra halkı korkut çenesini iktidara karşı kapat. Daha sonra da okul kaydından adi bir evrak onay ya da tanzimi için kurumun kapısından kafayı uzattığı anda herkesi ihtiyacına göre haraca bağla. Ondan sonra da seksen sene özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelecisi olarak kendini o haksız kazanımlarla halka pazarla. Tabi halka kapatılan kapıların açılmasını temin için(!) herkes üzerine düşeni bihakkın yerine getiriyordu. Gereken yerde rüşvet iş görüyor birçok alanda hizmet alımı bu ve benzer yöntemlerle gerçekleşiyordu. Millet kendi vergileriyle yaşamakta olduğu ülkede yaşayamaz hale geliyordu. Devlet erkinin altında ezilmemek için olanca gücüyle resmi makamlardan uzak durarak kendini ve geleceğini garanti altına almaya çalışıyordu. Mecburen işi düşmüş ya da yolu oraya çıkmış ise bir an evvel oradan kurtulmak ve uzaklaşmanın yoluna bakıyordu.

     “Aman oğul devletten –Hâşâ- Allahtan korkar gibi korkman lazım” diyen bir yaşlı amcaya -aman ne diyorsun amca öyle şey olur mu(?) dediğimizde o bizi biz de onu ikna etmeye uğraştık ise de hiç birimiz başarılı olamadı. Ne o ne de biz.

       Artık millet uyandı demeyi çok isterdim bu günlere nazaran. Ama durum pek te öyle değil galiba. Çünkü yeni Türkiye’de halk artık her tür hizmete daha saygın bir şekilde ulaşabiliyor. En mühim işlerde bile özellikle yeni yetişen bürokrat ve memurların ahlaki düzeylerinin yüksekliği ve kanunların, yönetmeliklerin ve en önemlisi hukukun daha insani düzeylere ulaşmış olması dolayısıyla sadece meramınızı anlatmanız yeterli olur hale geldi. Geldi gelmesine de şimdi de doktoru, öğretmeni ya da daha yüksek bir mevkide hizmet veren insanları darbeden, hakkı olup olmadığını dahi bilmediği bir şeyleri elde etmek için bu huzur ortamını fırsat bilen saygısız bir öbek türedi. Hakkımı arıyorum duruşu ile yasanın ya da o meseleye dair özel durumların müsaade etmediği boyutlarda bir talebi karşılanmayınca taşkın ve yakışıksız bir tavır sergilenen bazı olaylar görüyoruz. Hatta son zamanlarda yaşanan (gerçek olan kısmı müstesna"onlar en ağır cezayı almalı") taciz iftiraları ve okullar üzerinden mevcut siyasete ve bürokratlara istikamet vermeye çalışan ahlaksız bir güruh türedi.

       Eski bürokratların ahlakı galiba tabana sirayet etti. Ben halkın uyanıp uyanmadığını sorduğumda sanırım hayır derken şunu kastediyorum. Şimdi bir şeyler olsa şartlar ve yönetim anlayışı değişse acaba halkımızın kaçta kaçı değişime ayak uydurmayıp;

       -Hayır, bunu yapamazsınız. Buna hakkınız yok diyebilecek bilemiyorum. Belki de ekonomik ve sosyal anlamda sonradan görmüşlüğün ne kadar zararlı olduğunun ispat şartı bu olsa gerek. Yeni Türkiye’nin bürokratları ve memurları tam anlamıyla bu memleketin öz değerlerine bağlı hayırlı evlatları olduklarını ve yemek yediği kaba hürmette kusur etmediklerini gösteren bu çizgidedir.

      Umarım bu güzel çizgide sebat üzere kalmalarına biz halk olarak engel olmayız. Tevazu makam yükseldikçe artmalı ki o makama çıkan kişi de yükselsin.

            VESSELAM                                                                                                                                                                                      Selehattin DUMAN