Gündelik hayatımız kolaylaştı, fakat yaşam kalitemiz düştü desem bana katılır mısınız? Neden acaba derken gördüğümüz bazı gerçekler bizi böyle düşünmeye itiyor. Bizim çocukluğumuzda evde buzdolabının dışında teknolojiden eser yoktu. Şimdi ise maşallah çamaşırı, bulaşığı, halıyı makine yıkıyor. Her odada ayrı televizyon, bilgisayarları sormayın, elimizde cep telefonları konuş babam konuş. Temizlik ve çocuk bakımına hizmetçi bakarken,yemekler hazır söyleniyor.Aile birbirini çok fazla göremez oldu.Çünkü o kadar bireyselleştik ki bayramlarda bir araya ancak geliyoruz.O da yılda iki kez geliniyor, tabii gelebilirsek.Kariyer peşinde koşuyoruz,lüks hayat yaşıyoruz.Yinede arzularımızın çokluğundan istediklerimize ulaşamıyoruz. Ömrümüz koşmaca, kovalamaca, günlerimiz adrenalin dolu geçiyor.

Daha önceden bizim yaptığımız işleri makineler yapınca bize zaman kalması ve çevremize vakit ayırabilmemiz gerekli, fakat nerde zaman sanki çoğalmamış tersine azalmış. Yoksa bereketi mi kalmadı? Ortaya çıkan zamanı evde bilgisayar, televizyon gibi zaman çalan makineler almış durumda. Adeta müptela olmuşuz, bu şeytan tüylü renkli dünyaların başına oturunca zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz.O kadar ki diğer işlerimizin zamanını bile bu renkli dünyalar  çalınca artık pratik çözümler aramaya başlıyoruz.Aile bireyleri ile birlikte pek konuşmazken,cep telefonu ile dakikalarca konuşuyoruz. Susmayı öğrenmediğimiz için konuşmayı çok seviyoruz. Konuştukça da batıyoruz aslında. Dedikodu artık olmazsa olmazımız olmuş. Tüm stresimizi sevmediğimiz kişilerin ardından konuşarak attığımızı zannediyoruz. Kıskanç olmadığımızı söylerken, eleştiriyi amansız, düşman olmadığımızı söylerken, sözlerimizi izansız kuruyoruz. Vur deyince öldürüyor, ifrat ve tefrit ölçülerinin dışına çıkıyoruz.Böylece bir araya geldiğimizde yüzüne bakacak yüzümüz olmuyor.Hırs öyle sarmış ki içimizi; gözümüz kör,vicdanımız kullanım dışı,kulağımız sağır oluyor.

Toprakla temasımız nerdeyse kalmadı. Taş yığınları arasında gidip geliyoruz. Doğayı kirletmekle kalmadık, doğada yaşayanlara hayatlarını zehir ettik. Su bile bizi temizlemeye yetmedi. Islak mendili icat ettik. Peçeteye verdiğimiz parayı boş verin. Onu yapmak için kesilmedik ağaçlar kalmadı. Turfanda sebze yetiştirirken hormon, ilaç kullanma aldığımız ürünü bozmadı sadece. Bizim dokularımızı tahrip etti. Genetiğimizi etkiledi. Hastalıkların sinsileşmesine yol açtı. En büyük zararı da, karakterimizi bozdu. Bütün bu bozulmalar yeni sıkıntıları getirdi. Gönül dünyamızda güneşler açmıyor artık. Kara kışın bittiği , biteceği yok, böyle bir hayatta ortalama ömür yaşının 60-65 olmasının da bir anlamı yok.

Merdivenin basamaklarından hep daima yukarı çıkmayı kendimize hedef seçmişiz. Bunun için çok çalışıp kendimizi geliştireceğimize kolay yoldan hedefe varmayı düstur ediniyoruz. Bunu kendine yol yapanlarda, bundan kendine yontanlarda bilmeliler ki bu gidişat kimsenin hayrına değildir. Bir kere işi ehline vermeyenler, olacak her türlü gelişmenin vebalini alırlar. Diğer taraftan siyasetçinin sihirli değneği ile hak etmediği yerde oturanlar koltuğunun geldiği yerleri görmekten kendini alamazlar. Peki bu durumda herkesin istediği adalet nasıl işleyecek? Bu düzende adaleti tesis etmek cini şişeye tekrar katmamıza bağlıdır. Cini şişeden çıkaranlar köşeyi bucağı tuttular. Birde onlardan tutunanlar var. Tıpkı aşağıdaki fasulye ve sırık hikâyesi gibi. Yorum sizin.

“İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar.

Karşılaştıklarında, Neyzen:

-Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.
-Genç yasta vali oldu, neden fasulyeye benzesin? İşte bende onun için benzetiyorum ya. Fasulye de sırığa sarılarak büyür. Büyümek için fasulye olmak, fasulye olmaya becerebilenler(!),sırık aramak zorunda kalmamalıdır.

Çevremiz fasulyeler ve sırıklarla dolu. Ehline verilmeyince işler, düzen tersine işler. Körler sağırlar birbirini ağırlar. Adaletin adı kaldı. Kabağın tadı kaldı. Cin çıkınca şişeden düzen bozuldu. ([email protected])