Okul, çağdaş örgütsel yaşamın, çocuklarımız için öngördüğü zorunlu ortamlardan biridir. Geleceğimizi konuşurken okuldan söz etmeden bütünü algılamak ve ortak paydaya ulaşabilmek olanaksızdır. Hiç kuşkusuz okulu konuşmak, bize çocukları bütünde anlama olanağını sağlayacak son parçanın konuşulması anlamına gelmez. Çocukların her birinin ayrı bir bütün olduğunu unutmamak gerekir. Okul çok parçalı bütünün yani çocuğun, eğitim öğretim sürecinde baskın rolü nedeniyle “birlikte başarım” arayışlarında sürekli gündeme gelen irdelenen bir kurumdur. Aile ve okulun, birlikte başarım arayışında her zaman “odaktaki sistemler” olarak değerlendirilmesi bu iki kurumun birbirlerini tamamlamaya en yakın konumda olmalarındandır.

“Bir varmış bir yokmuş. Hayal âleminin ürünü masallar böyle başlar genellikle. Vaktiyle memleketin birinde tümüyle körlerden (görmezlerden) oluşan bir topluluk yaşarmış. Toplulukta herkes körlük yönünden eşitmiş. Herkes her şeyi, dokunarak, tadarak, işiterek, hissederek tanıyor, öğreniyor ve mutlu yaşayıp gidiyor. Hayatlarındaki her şey “görmezlik” koşuluna göre düzenlenmiş, “görmek” nedir bilmiyorlar, görmekten yoksunlar, görmeyi beceremiyorlar ama mutlular. Yıllar yılları kovalamış, günün birinde, farklı sesli biri çıkagelmiş bu mutlu, görmez insanlar ülkesine. İnsanlara tek tek dokunup, “Eğer isterseniz ben, sizin gözlerinizi açayım, sizi ışığa kavuşturayım; aydınlanmanızı sağlayayım. Sizi görmezlikten, bilmezlikten kurtarabilirim.” demiş. Sonra daha da coşkulu biçimde, “Eğer isterseniz siz de benim gibi ışığı, dünyayı, işittiklerinizi, dokunduklarınızı, bedenlerinizle hissettiklerinizi, dilinizle tattıklarınızı gözlerinizle göreceksiniz!” diye devam etmiş. Kendi hallerinde yaşayan görmezlerin hemen hiç biri ilgi duymamış bu farklı yaşam önerisine. Hem bir sürü işleri varmış, hem de görmezlikten kurtulmanın gerektirdiği ödemeyi karşılayacak güçleri yokmuş. Halk kulak ardı etmiş, duyduklarını. Ne var ki içlerinden biri, “Ben!” demiş, “Ben!” Gözümün açılmasını ben istiyorum!” diye atılmış ileriye. Bu işi, açıkgözlülüğü bilen kişi, görmezler ona kendi dillerince “bilgili aydınlık kişi” dedikleri yeni adam, “açıkgözlü olmak isteyen görmezi almış yanına; uzun süreler onunla baş başa kalmış. Farklı zaman dilimlerinde, değişik mevsimlerde halvet olmuşlar, gün ışığından yoksun bir yerlerde. Sadece bu işi bilen okul dediğin nedir ki! 3 kişiyi dinlemiş görmez kişi, söylediklerini tekrarlamış, istediklerini yapmış. Geçen zaman içinde yavaş yavaş koklamaktan, dokunmaktan, tatmaktan, işitmekten uzaklaşmış görmek isteyen adam. Daha çok görmeye, gördüklerini söylemeye başlamış. Sonunda bilen kişi onu heyecanla dışarı çıkarmış. Adam önce ışığı hissetmiş gözlerinde ve sonra etrafında ışıldayan şeyleri. Sonra ellerini görmüş en yakınındaki. Şaşırmış kalmış iki çift eli var! Tek elini hareket ettirdiğinde, elinin öteki tekinin de aynı şekilde hareket ettiğini görmüş. Öbür eli de aynı şekilde çift. Bunları görmezden evvel de biliyormuş aslında. Sonra çevresine bakmış: Her şey çift. Gördüğü şeyler hep iki tane. Sonuç, bir öğretici hatasıymış. Bilen kişi gönüllü görmezi ışığa kavuştururken, aynen kendisine benzetmişti: Şaşı. Görmezin gözünü açmış, onu yetiştirmiş fakat şaşıymış, tıpkı gören o ilk adam gibi. Görmeyi öğretmiş fakat kendi gördüğü gibi. Bilgili kişi bu hatasını, onu toplumun önde gelen kişisi yaparak, toplumun önderi, hatta kralı yaparak kapatmış. O günden beri körler ülkesinde şaşılar kral olmaktaymış. Sonrasında şaşılık o kadar gözde bir meslek veya konum olmuş ki, herkes görmezlikten kurtulup, ışığa kavuşmak için yığın yığın gönüllü olmuş; şaşı olmayı göze alarak. Masal bu ya; derler ki sonunda kral, bu şaşı olmak istemini, toplumun ve bireylerin “hakkı” olarak tanımlayıp, kendi elinin altında, kontrolünde, gözünün önünde herkesin “mecburi ve ücretsiz” şaşı olması koşulunu bir lütuf olarak getirmiş. İşte o zamandan beri aydınlığa çıkmanın yolu olmuş okul. Aydınlığa çıkmak ama şaşı olmayı göze alarak. (Aytaç AÇIKALIN Prof.Dr. Okuldaki Çocuklarımız kitabından alınmıştır.) ([email protected])