Modern diye adlandırdığımız yaşam biçiminin toplum hayatında bir takım olumsuzlukları da beraberinde getirdiğini görüyoruz.

İster dini bir temele dayansın, isterse toplumun yıllarca sürdürdüğü örf, adet, gelenek ve göreneklerinden kaynaklansın, bir milleti millet yapan değerlerin günümüzde çok fazla dejenere olduğuna, ciddi anlamda erozyona uğradığına hep birlikte şahitlik ediyoruz ne yazık ki.

Günümüzde birlikte yaşama sosyolojisi yerini bireyselliğe bıraktı aslında. Büyük kalabalıkların içerisinde yalnızlığı tercih eder oldu insanlar, özellikle de gençler. Artık topluma pompalanan hakim düşünce tıpkı batıda olduğu gibi, “kendini önemse, kendin için yaşa, kendin için bir gelecek planla, zira gelecek senin” felsefesi olmaya başladı.

Fedakarlık, cömertlik, diğerkamlık (Kişisel yarar gözetmeksizin başkasına yararlı olmaya çalışmak), din kardeşini kendine tercih etme, toplumun değer yargılarına saygı, düşküne el uzatma, garibanı / kimsesizi gözetme gibi değerler değersizleştirildi adeta.

Bu ulvi değerlerin yerine, toplumun hassasiyetlerine karşı bir vurdumduymazlık hali, görmezden gelme durumu, yok sayma, bencillik, bananecilik, nemelazımcılık, ilgisizlik gibi toplumu içten içe kemiren bi takım ahlaki hastalıklar türedi. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı kısaca. Bu anlayış sakat bir anlayış.

En önemlisi de ne biliyor musunuz?

Toplumda kötülüklerin / haramların / olumsuzlukların hızla yayılmasına zemin hazırlayan münkerata ve menhiyyata (men edilen çirkin fiiller) karşı var olan "TEPKİSİZLİK" maalesef. Gözünün önünde meydana gelen bir olumsuzluğa ses çıkarmama, görmeme, duymama psikolojisi.

Geçenlerde, bindiğim şehir içi otobüste arka koltukta oturan ve takriben 20-25 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir genç, arkadaşıyla konuştuğu telefonda yolcuların rahatlıkla duyabileceği bir ses tonuyla burada yazmaktan haya ettiğim ağza alınmayacak sinkaflı küfürleri arka arkaya sıralayıp durdu. Üzücü olan, yolcularla dolu otobüste kimseden bir tepki gelmemesiydi. Daha fazla dayanamadım ve “kadınların, kızların ve ailelerin bulunduğu bu ortamda küfür etmeye utanmıyor musun?” diyerek ikaz etme gereğini duydum. Benim bu çıkışımdan cesaret alan birkaç kişi de benzer tepkiyi verdi. Tepkiler gelince sesini kesti ve öylece oturdu, kaldı.

Bizzat şahit olduğum bu olayın benzerlerini hatta daha iğrençlerini biliyoruz, görüyoruz, duyuyoruz. Daha neler, neler…

Görüyoruz ki, toplumumuzda var olan en büyük problem kanaatimce, olumsuzlukları / çirkinlikleri sineye çekmek ve tepkisizlik. Birçok sorunun kaynağı da bu, ahlaksızları cesaretlendiren de bu maalesef.  

Halbuki, “Emr-i bi’l- ma’ruf, nehy-i ani’l- münker / iyiliği teşvik etme, kötülüğe mani olma” Allah’ın bizlere yüklediği, mutlaka yerine getirmekle sorumlu olduğumuz farz bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğümüzden kaçamayız, erteleyemeyiz, uzak kalamayız, görmezden gelemeyiz, umursamazlık yapamayız. Topyekün hepimiz sorumluyuz.

Rabbimizin, Ali İmran Suresi 104. ayetindeki emri yeterince açık değil mi?

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Allah Rasulü (sav) de şu sözleri ile bizlere, özellikle eğitimcilere, aydınlara, sorumluluk mevkiinde olan her duyarlı insana ve tüm Müslümanlara münkeratın çoğalmasına engel olma görevimizi açık açık hatırlatmıyor mu? İzlememiz gereken yöntem ve metodu bizlere öğretmiyor mu?

 “Sizden biri bir kötülük gördüğünde gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin, yetmezse diliyle düzeltsin, onu da yapamazsa, (hiç olmazsa) kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir.”

Hadi buyrun, sorumluluklarımızı yerine getirmeye. Elimizle, dilimizle, o da olmadı hiç değilse kalben buğz ederek (hoşlanmadığımızı, tasvip etmediğimizi kalbimizle reddederek). Ama mutlaka esaslı bir tavır koyarak...

Selam ve dua ile kalın.