1994 yılında İsrail’i ziyaret eden ilk başbakanımız, ne mutlu size ki arz-ı mev’udu gerçekleştiriyorsunuz, diye İsrail meclisine seslenmişti. Tabi o zaman İsrailli yetkililer bile hayretler içinde birbirilerine bakmış ve konuyu anlamaya çalışmışlardı.

Bilmemek ayıp değil ya(!) bizim başbakanımız yönetmekte olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin güneydoğusunun da “Arz-ı Mev’ud” içinde olduğunu bilmiyordu.

2001 yılındaki ekonomik krizde Carlo Cottarelli adını sokaktaki çocuğa kadar bilmeyen yoktu.

Hatta bir seferinde Milli Eğitim Bakanı kim, diye bilgi yarışmasında sorulan soruya dört okuldan üçü yanlış cevap vermişti, hiç unutmam; aynı yarışmada IMF Türkiye Masası şefi sorulduğunda dört okuldan doğru cevap gelmişti.

Düşünsenize kendi Milli Eğitim Bakanının adını bilmeyen çocuk, IMF Türkiye Masası şefinin (batılı bir memur) adını hiç sektirmeden söyleyebiliyordu.

Çünkü gündem onlardı. Batı’nın sıradan bir memuru bizim bakanımızdan hatta çoğu zaman başbakanımızda bile daha önemli ve daha çok sözüne itibar edilen konumdaydı.

AGİT zirvesi için 15 Kasım 1999’da Türkiye’ye gelen Clinton’ın ziyareti beş gün sürmüştü.

Gelmeden önceki süreçten tutun da kaldığı beş gün boyunca yaşadığı maceralara kadar efsane oldu.

Bütün basın ve bütün devlet, haliyle vatandaş onunla yatar onunla kalkar oldu. Hele bir Erkan bebek hikâyesi vardı ki o dönemin “özgür” basını yıllarca anlatıp durmuştu.

En üst düzeyde karşılamadan tutun da en yüksek ilgiye kadar… Resmen müfettiş gelen okula dönmüştük ülkece. Her yer yerde tekmil her yerde esas duruş…

Bu hikâyeler ve örnekler anlatmakla bitmez.

Mesela IMF’ye donumuza kadar borçluyduk, şehirlerimizi pislik götürüyordu, üretim yapmayı bırakın karnımızı doyurma derdinden vatan millet derdine düşmeyi bile unutmuştuk.

Yol deseniz ekseriyetle stabilize, hastane deseniz kanserize, okul deseniz minimize, dert deseniz maksimize…

Bizim seçtiğimiz başbakanlar, kanunen kendi emri altındaki askerin höt demesiyle her seferinde şapkasını alıp gidiyor ve tüm ülkenin kışlaya çevrilmesine göz yumuyorlardı.

Bizim seçtiğimiz başbakanlar, bir medya patronunun evinde pijama ile karşılanıyor, milli iradeyi ayaklar altına aldırıyor, bu şekilde basına poz vermekten de çekinmiyorlardı.

Bizim seçtiğimiz başbakanlar, batılı efendiler karşısında el pençe divan durup bütün dünyaya ve dahi vatandaşlarına “onların emrindeyiz, böyle bilesiniz ha!”mesajı vermekten imtina etmiyorlardı.

Sonra aradan yıllar geçti.

Bütün engellemelerine karşın seçmeyi başardığımız başbakanımız “one minute İsrail” dedi, bütün dünya şok geçirdi. Bu cesareti nereden alıyor diye önce bir araştırdılar. Baktılar ki görünürde bir şey yok. Başladılar saldırmaya.

İçeriden yıkmak için bütün hünerlerini sergilediler.

Sayelerinde bir yerlere gelmiş iş adamlarını devreye sokarak gezi eylemleri başlattılar, üçüncü havalimanı, üçüncü köprü, marmarayı iptal et, dediler. Ama başaramadılar.

Başbakan onlara, sizi görüyorum, arkada sizin elinizi görüyorum, diyerek posta koydu.

Sonra kendi beslemeleri olan terör örgütünü devreye soktular. Kan emici örgüt ortalığı yakıp yıkmaya başladı. Milletin seçtiği lidere şartlar dayatmaya ve millet menfaatine uygun yatırımları iptal ettirmeye çalıştılar. İstedikleri olmadı.

O kadar kızdılar ki kırk yıldır el bebek gül bebek büyüttükleri ve ülkeyi ele geçirip kendilerine teslim edeceklerine garanti gözüyle baktıkları çok gizli ve hain adamlarını harcamak zorunda kaldılar.

17/25 Aralık operasyonları ile halkın seçtiklerini halkın gözünden düşürmek ve sistemi ele geçirmek için büyük bir hamle yaptılar. Normal şartlarda tutmaması mümkün değildi. Ama tutmadı.

Başbakan şapkasını alıp gitmedi. Kendisine güvenen milletini onların insafına terk etmedi. Hodri meydan, dedi. Ben buradayım, varsa bir yanlış düzeltelim dedi.

Halk yine yüzlerine şamarı indirdi, seçtiklerine sahip çıktı ve tekrar tekrar seçti.

Denemedikleri yol kalmadı. Başaramadıkça sinirlendiler, sinirlendikçe hata yaptılar. Gerçek yüzlerini görmeyen kalmadı.

Son çare olarak en büyük silahlarını kullanmaya karar verdiler. Ne de olsa eskide çok defa denemiş ve ülkeyi koca bir hapishaneye çevirerek talan etmişlerdi.

15 Temmuzda tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ihanet planıyla milletin uçağını ve tankını milletin üstüne sürdüler. Allah’ın izni ve yardımıyla millet bir bütün olarak göğsünü siper etti onlara.

Çünkü milletin başındaki lider kefenini giymiş, öleceksek hep birlikte ölelim ama vatanımızı bunlara teslim etmeyelim, yoksa zelil oluruz, zillet ölmekten kötüdür, diyerek ortaya atılmıştı. Millet, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bir demokrasi dersi vermişti sözde medeni ülkelere…

Perişan oldular. Artık maske falan kalmamıştı. Göstermelik bile olsa tebrik eden olmadı o sözde medeni ve demokrat ülkelerden. Geçmiş olsun, diyenler de aylar sonra, yarım ağızla…

Çünkü arkasında bizzat kendileri vardı ihanetin. Kırk yıldır besledikleri ve umut bağladıkları ihanet çeteleri başarısız olmuştu.

Vazgeçtiler mi? Asla!

Baktılar ki millet eski sefalet günlerine dönmek istemiyor. Ülkede refah var, eğitim var, vatandaşa değer veren yönetim var, hizmet veren hastane, mesafeler kısaltan yollar, milli tank ve silah projeleri, sosyal destek furyaları, üretim, üretim üretim var…

Öyleyse ekonomiden vurup zor duruma düşürelim dediler. Bir nevi tanrılığa özenerek açlıkla terbiye etmeye çalıştılar.

Acı bir şekilde gördüler ki Türkiye artık eski Türkiye değil.

Koskocaman büyük adamları bile hava alanında vali yardımcısı ile karşılanıyor. Eskiden memurlarını bile cumhurbaşkanı karşılarken, şimdi krallarını bile…

Eveeet, bu konuları da anlatsak sayfalar yetmez.

Özetleyecek olursak değerli dostlar;

Bu adamların derdi kendi açık pazarı olan ve kendilerinin emrinde olan bir Türkiye. Cumhurbaşkanımıza saldırmalarının alındaki nedenlerden biri de bu.

Onlar, karşılarında el pençe divan duran ve milletin malını onların arzuları doğrultusunda, uygun gördüklerine peşkeş çeken bir yönetici istiyorlar. Erdoğan ise cümlesine kafa tutan ve milletin malını o zorbalara yedirmeyen, en önemlisi, dünya sahnesinde meydan okuyan, eşitlik isteyen bir lider.

Bu referandum asla sıradan bir yasa değişikliği değildir. Belki ilk başta öyleydi ama şimdi durum çok değişti.

Bütün batılı devletler karşı cephede açık ve alenen saf tutmuşken, bu bir referandum değil artık bir beka meselesidir.

Devleti, milletin seçtikleri mi yönetsin; yoksa gazete patronları eliyle şer güçler mi, meselesidir.

Milletin parası millete hizmet olarak mı dönsün; yoksa kan ve gözyaşı olarak mı, meselesidir.

Yeniden kurulan dünya düzeninde Türkiye Piyon mu olacak; yoksa asıl oyuncu mu, meselesidir.

Ben bir siyasetçi değilim, partili falan hiç değilim.

Peki, bu konu benim üzerime vazife mi? Evet, vazife.

Hem sadece benim değil, bütün vatan evlatlarının…

Ülkesini, milletini, çocuklarının geleceğini düşünen bütün herkesin meselesidir.

Onun için Allah izin verirse 16 Nisan’da sandığa gidecek ve “Evet” diyerek dünyaya meydan okuyacağım.

Takdir sizin, selametle kalın…