İslam’ı en iyi şekilde anlama çabası Rasulullah döneminden itibaren başlamış olan bir süreçtir. Ayetlerin inzalini takip eden dönemlerde Ashabın ‘’Ya rasulallah’’ diye başlayan cümlelerinde anlama gayretlerini görüyoruz. Sadece ayetler mi? İrat edilen hutbeler de ya da serdedilen hadislerde kast edilen manayı sorgulayan; Rasulullah’ın anlatmak istediği konuya dikkat çekmek için sorduğu sorulara ‘’Allah ve resulü daha iyi bilir’’ diyen sahabeler hep daha fazla öğrenip, Dini Mübin’i daha iyi anlamak ve yaşamak gayretini göstermişlerdir.

          Hem inzal olan ayetlerin hem Rasulullah ’tan varit olan hadislerin öncelikle sebebi Nüzulleri (vürut) de o gün için güncel birer konu olarak hatırdadır. Günümüzde de birçok kaynak bunları derç etmektedir. Zamanla İslam’ı daha iyi anlama çalışmaları; önce Fıkıh sonra Tefsir, Hadis, Akait vb. İslami ilimlerin doğmasını ve tabii ki beraberinde bu ilimlerin metodolojilerinin oluşmasını temin etmiştir.

          Hiçbir selef âlimi bir ayeti ya da bir hadisi tek başına başka ayet ve hadisleri dikkate almadan ve kendinden önceki yaşamış olan İslam toplumunun uygulamalarını önemsemeden nefsi bir bakış açısıyla değerlendirmemiştir. Özellikle sahabe uygulamaları ve içtihatları ve istinbat metotları mutlaka büyük bir özenle dikkate alınmıştır ekser ulema tarafından. Gelen farklı rivayetler ve o rivayetlerin sıhhati ile ilgili ihtilafların dışında çok ta fazla bir ayrılık söz konusu olmamıştır. Ne itikâdî mezhepler arasında ve ne de Amelî mezhepler arasında uzlaşması; kapatılması mümkün olmayan bir ayrılık ve aykırılık söz konusu olmamıştır.

          Tefsir ilminde metodolojiyi incelersek; sebebi nüzul; siyak, sibak, lügat bilgisi ve konu ile ilgili hadislerin ve ashabın uygulaması ya da anlayışı gibi bazı yöntemlerin uygulandığını söyleyebiliriz. Fıkıh ilminde yine kitap ve sünnet gibi ana kaynaklarla beraber; istinbat ve içtihadın ve bununla ilgili oluşturulan kavaidi külliye varlığı ihmal edilmesi düşünülemeyecek metodolojik temellerdir.

          Aklına esenin hadisçi olduğu ya da işine gelen hadisi reddedip işine geleni kabul ettiği günleri de gördük. Hadis olmayan bir söze hadis demek ne kadar sakıncalı ise hadis olduğu halde; bu olmaz, Peygamberimizin tavrına, tarzına uygun değildir diye kestirip atmak mümkün müdür? Bir hadisi anlamaya ilmin, aklın yetmiyorsa yapılacak şey onu inkâr ve reddetmek midir? Hadis âlimleri her hadisi tasnif etmiş; özelliğine göre hücciyetine dair bir kodlama geliştirmiş ve hatta öyle bir şerh ile ele almış ve o hadisten o kadar müthiş neticeler ve ilmî temeller ya da fer’i çözümler üretmiş ki. Hem de bu şerhlerde toplumsal ya da pozitif ilimler açısından bile çok kıymetli neticelerin husule geldiğine şahit oluyoruz. Peki, böyle bir hadisi küçük bir zafiyeti bahane ederek kenara atmak akıl işi midir?

          Mesela ‘’7 yaşına kadar çocuklarınızı namaza alıştırın; 10 yaşına geldiğinde kılmaz ise ‘’fedribuhü’’ (eski değerlendirme ile “dövün”) “sıkıştırın ‘’ hadisini; olmaz Peygamber ahlakında dövmek yok bu mevzu hadis diyenlere sadece şunu sormak aslında yeterlidir. Ama! ‘’ ‘’darabe’’ fiilinin 100 den fazla anlamı vardır ‘’ diyerek Arapça dersinde hava atmıyor musun? Peki, hadis dersine girdiğinde ne oluyor da ‘’darabe’’ sadece zalimane bir dövme olarak ifadesini buluyor sende.

          Mevzu hadis meselesin de ayrıntı biraz uzadı ama bu İslami ilimlere zafiyet verme heveslisi oryantalistlerle modernist selefi kardeşlerin ortak eylem planının en temel hareket noktası olduğu için mecburuz detay vermeye.

          Dünya tarihi hadis alimlerinin yaptığı gibi bir ilmî çalışmayı ne daha önce ne de daha sonra icra edebilen başka bir ilmi harekette ne gördü ne de duydu. Sadece İslam’a ve Hadis ulemasına nasip olan bu şeref onlara yeterdi aslında ama onlar durmadı ilmin temellerini atarken ortaya kabul ve ret hususunda cerh ve ta ’dil diye bir ilim çıkardılar ki böylece şeref ve itibarı katbekat arttı. Hele hadisleri tasnif ederken kullandıkları terimler ve o terimlerle ilgili içtihat şartları o kadar beliğ bir şekilde yerleştirildi ki hiçbir zaman meşhur hadis ile haber-i vahit aynı değerde ele alınmamış. Ama vahit de olsa garip de olsa her hadisten istifade ve şerh ile ümmete ulaştırma ve neticede basit işlerimiz de bile Allah’ın ve resulün rızasına uygun bir yöntem belirlemeyi kolaylaştırmıştı; böylece.

          Bu mevzu hadisler üzerine yazılan eserler de uydurma bir hadise sağlam gözüyle bakılmasını engelleyen çok ciddi kıstaslar konmuştur. Bu kıstaslardan bazıları bir kişi, bölge, millet ve yiyeceğin övülmesi ve yerilmesi gibi çok zahiri boyutları da göz önüne seriyor. Aslında bu eserler de peş peşe sayılan hadislerin yekünü de fazla değil. Ama Aliyyu-l Kari’ nin de dâhil olduğu bu müellifler her ne kadar bu konuda yeterli eserler dahi yazmış olsalar da işi ilmî ciddiyetle değil hamasi lakaytlıkla ele alan birçok yazar, fikir adamı sayıyı her defasında artırma gayretine giriyorlar.

          Zayıf bir hadisle amel etme konularında da yine aynı özensizliği sergileyen bu tür modernist selefiler ilginç bir biçimde başka bir hadisle de amel konusunun tüm temel kaynaklarda ki yaklaşımın zıddına bir kanaati ele alabilmeyi başarıyorlar. Dünyadaki bütün İslam âlimlerinin istinbat yapılacağı zaman konuyla ilgili tüm ayet ve hadisleri dikkatle inceleyip bir sonuca varılması gerektiğinde hem fikirdirler. Ancak; bu ve benzeri metodolojik ve hayati değerde olan yaklaşım modelleri yerini bir fikri kabullenip ardından ona delil arama ya da işte var ya bu ayet ya da hadis diyerek işin içerisinden sıyrılıveriyorlar.

          Netice itibariyle bir kanaatin ilmî olması için mutlaka temel kaynaklara ve gerekli kıstaslara sahip olmasının gerekliliği aşikârdır. Ulemanın çokça kullandığı 'Vusülsüzlüğümüz Usulsüzlüğümüzdendir' sözü bir kez daha önemini ortaya koymuş oluyor böylelikle. Dini yeniden ve sadece KUR'AN temelli olarak ele almak en büyük hata ve sapma kaynağı olacaktır. Ya da Peygamber hadislerini red etme hedefine odaklı olarak ele almaya çalışanlar metodoloji sorununu halletmedikçe bocalamaya devam edeceklerdir.

          Bu arada dışarıdan dine sokulan; zamanla din imiş gibi algılanan yanlış yaklaşımların da genel ulema tarafından yeniden ele alınıp tam anlamıyla düzeltilmesi de diğer cumhur ulemanın işi ve sorumluluğu olsa gerek.

          Hem tevhit inancı hem de şibh-i şirk bir arada olamaz. Toplumun asırlarca farklı sebeplerle din hususunda cahil kalması/bırakılması asla hurafe bidatları dokunulmaz yapamaz; yapmamalıdır. Varsa bütün yanlış anlayışlar ki var bunlar sahiplenilmemeli. Kur’an ve sünnete uymayan sapkınlıklar cesurca atılmalı ve terk edilmelidir ki dinin asla zarar görmesin. Aksi halde toplum bildiğini okumaya devam edecektir.

          Modernist selefiler’ e gelince; onlar yeniden Kur’an’ı ve sünneti hayatımızdaki konular içerisinde birinci sıraya taşıma vesile oldukları için takdire şayandırlar. Ancak bu bile yaptıkları hataları telafiye yetmeyebilir. Aman dikkat.

03.05 10.05.2014

Selahattin DUMAN

Not: Bir önce ki yazımızın başlığı dolayısıyla teknik bir boyut taşıyan bu meseleyi de ele alma zorunluluğu zuhur etti. eski bir yazı ama güncel bir konu. istifadenize. Saygılarımla.