Yusuf Kaplan’ın, katıldığı bir programda Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk hakkında birtakım ithamlarda bulunduğu video medyaya düştü. Yusuf Kaplan’ın: ‘’ Sadece şunu söyleyim. Getirildi bu arkadaş, yani bunları da burada söylemek çok şık olmayabilir ama bu arkadaş, Tayyip Bey’le pazarlık yaptı. İyi mi? Mustafa Bey bilir. Kim pazarlık yapabilir ya! Tayyip Bey’le kim pazarlık yapabilir! Pazarlık yaptı. Benim müfredatıma, yapacağım, uygulayacağım müfredatıma ve atayacağım kadrolara karışmayacaksın! dedi. Abi sen kimsin ya! Bulunmaz Hint kumaşı mısın?’’ cümleleriyle başladığı:’’ Ve İlk golü attı. Bürokrasinin 10-15 senede zar zor, Yusuf Tekin’in bilirsiniz, Yusuf Tekin’in bi şekilde yetiştirdiği, sağdan soldan filan bizim 25-30 senelik, 50 senelik birikimimizin ürünü olan insanları, eğitim bürokrasisindeki insanların hepsini temizliyo şimdi. Yani, şimdi, ben gireceğim devreye mecburen. Saldıracağım. İlk defa Duman edeceğim. Ondan sonra şöyle bir sersemleyecek. Kendine gelir mi bilmiyorum. Hiç kimse de adama müdahale etmiyo tamam mı.’’ cümleleriyle sonuçlanan konuşması yayınlandı. İfadelerin bozukluğu için kusura bakmayın. O bozukluk, Yusuf Kaplan’ın konuşmasından kaynaklı bir durum.

Yusuf Kaplan’a sorular:

Eğer iddialarınız doğruysa bile; bir Milli Eğitim Bakanının kendisine görev veren Sayın Cumhurbaşkanı ile, ‘müfredatı değiştirme ve kendi kadrolarıyla çalışmak istemesini’ konuşmasından daha doğal ne olabilir? İddialarınızdaki çok şık olmayan durum vaki olsaydı; Cumhurbaşkanı, Ziya Selçuk’a neden Bakanlık görevi versin? Madem, Cumhurbaşkanı kendisine Bakanlık görevini tevdi etmiş; siz kim oluyorsunuz?

Millî Eğitim Bakanı, Sayın Cumhurbaşkanı ile müfredatı konuşmayıp da ne konuşsaydı? Mesela: sizin 17 Kasım 2013 tarihli Yeni Şafak’taki ‘’Okulları kapatın, dershaneleri değil!’’ yazınızdaki yüksek öngörülerinize hak verip; MEB okullarını kapatarak, eğitimi 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren kadrolara teslim etmeyi mi konuşsaydı hani?

Söz konusu yazınızda: ‘’ Türkiye"deki eğitim sistemi, dünyada ancak üçüncü sınıf ülkelerde gözlenebilecek ölçüde sömürgeci bir eğitim sistemidir. Totaliter bir eğitim sistemidir, her şeyden önce. Daha ilkokuldan itibaren çocuklarımızı çağdışı Kemalist ideolojiyle endoktrine eden, çocuklarımızın beyinlerini yıkayan, körpe zihinlerini modern hurafelerle iğdiş eden anakronik ve arkaik bir eğitim sistemidir Türk eğitim sistemi.’’ ifadeleriyle yerden yere vuruyordunuz Milli Eğitim sistemini…

Bu yazınız yazıldığında, Yusuf Tekin henüz 6 aylık MEB Müsteşarıydı. Yusuf Tekin, 2013 Mayıs’ta devraldığı görevi, Temmuz 2018’de devretti. Yani, tamı tamına 5 yıl 2 ay MEB müsteşarlığı yaptı. Sizin ifadenizle; 2013’ten bugüne MEB’i, Yusuf Tekin’in atadığı kadrolar yönetiyor. Ve onca yıl aradan sonra Ziya Hoca’ya ihtiyaç duyuldu. Kendisine görev verildi. Bu durum, size bir şeyler anlatıyor mu?

Öngörüleriniz şu şekilde devam ediyordu yazınızda, ‘Fakat cemaat"e bağlı dershanelerin Türkiye"deki eğitim sisteminin yerine getirmeyi başaramadığı çok hayatî bir sosyo-kültürel fonksiyonu gözdolduracak bir şekilde yerine getirdiğini görüyoruz: Her şeyi çözücü, bütün kültürel değerlerimizi yerle bir edici, neo-liberal postmodern kültürün bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye"yi de kasıp kavurduğu bir zaman diliminde, dershaneler, bu çözücü, yıkıcı, kişiliksizleştirici postmodern kültürün önünde hiç de gözardı edilemeyecek bir bariyer işlevi görüyor.

Dershaneler, yığınla tartışılabilecek yönleri, sorunları ve açmazları olmasına rağmen Türkiye"deki sömürgeci eğitim sisteminin yapamadığı bir şeyi büyük bir başarıyla yapmayı başarıyor: Çocuklarımızı kelimenin tam anlamıyla "pislik"ten koruyor.’’

Eğitimi ‘’pislik’’ten arındırmak adına cemaate teslim etmeyi öneren yüksek öngörünüz nerede Sayın Yusuf Kaplan? Bugün de yine aynı yüksek öngörüyü gerçekleştiriyor olabilir misiniz?

Peki, Sayın Yusuf Kaplan:

Yusuf Tekin'in kadroları masum imamlardan mı oluşuyor? Günahsızlar mı? Çocuklarımızın geleceği kimi kadroların kariyer sevdasına neden, niçin kurban edilsin? Önemli olan kimlerin kadrolarını, koltuklarını koruyacağı mı yoksa milyonlarca yavrunun geleceği mi?

Hem farkında mısınız? ‘’Yusuf Tekin’in yetiştirdiği kadrolar…’’ Bir hukuk devletinde bu nasıl bir ifade? Ne kadar tehlikeli bir söylem. Galiba, ne dediğinizi bilmiyorsunuz?

Nisan 2017’de de yine dönemin Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç ile ‘’Abuzittin’’ polemiği yaşamıştınız. Nedir sizin bu Ak partili Bakanlarla alıp veremediğiniz?

Siz hangi yetkiyle, neye dayanarak bir Bakan'ın kullanmaya teşebbüs ettiğini iddia ettiğiniz anayasal yetkilerini sorguluyorsunuz? Kendinizi Bakanların üzerinde bir pozisyonda görüyorsunuz. Siz, anayasayı koruma yüksek konseyi başkanı mısınız? Yoksa Rehber-i Muazzam denen Büyük Ayetullah mısınız?

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanına: " Yani, şimdi, ben gireceğim devreye mecburen. Saldıracağım. İlk defa Duman edeceğim. Ondan sonra şöyle bir sersemleyecek. Kendine gelir mi bilmiyorum. " deme hak ve cüretini kendinizde nasıl görebiliyorsunuz? Vatandaşlar olarak sandıkta size böyle bir yetki verdiğimizi hatırlamıyoruz? Bildiğimiz kadarıyla bürokratik bir göreviniz de yok. Basın özgürlüğü çerçevesinde eleştiri, elbette ki hakkınız. Ancak, iş sokak ağzı ile tehdide gelince; bir vatandaş olarak bu tehdidi üzerimize alıyoruz... Ve soruyoruz, siz kimsiniz? Bu nasıl bir kendini bilmezliktir? Hadsizliktir? Hangi dünyada yaşıyorsunuz siz? Bırakın herkes kendi işini yapsın.

15 Ocak 2001 tarihli Yeni Şafak’taki ‘’Eleştiri’’nin dayanılmaz hafifliği…’’ başlıklı yazınızda: ‘‘...O yüzden, eleştiri faaliyetini de büyük ölçüde yanlış anlıyor ve yanlış yapıyoruz: Bir eleştiri çabası ortaya koyan insanlar, eleştiriyi çoklukla ya "övgü", ya da "sövgü" olarak algılıyorlar. Aynı şey, eleştiriye muhatap olan kişiler için de geçerli: Onlar da, kendileri, ortaya koydukları ürünler, çalışmalar için geliştirilen eleştiri çabalarını yine çoklukla ya övgü ya da sövgü olarak algılama eğilimindeler.’’ diyorsunuz.

Ziya Hoca, sizin: ‘’ Saldıracağım. Duman edeceğim.’’ sözlerinizi ‘’övgü’’ olarak mı algılamalı; ‘’sövgü’’ olarak mı? Bir Müslüman olarak, Ziya Hoca’ya karşı ayıp ettiğinizi düşünüyor musunuz?

‘’Eleştiri’’nin dayanılmaz hafifliği…’’ yazınıza, ‘’Eleştirinin dayanılmaz hafifliği, düzeysizliği, her bakımdan önümüzü tıkıyor; zihinsel melekelerimizi köreltiyor; eleştirenleri de, eleştirilenleri de primitifleştiriyor ama bunun farkında bile değiliz henüz.’’ Sözleriyle devam ediyorsunuz. (Bilmeyenler için primitif: İlkel, gelişmemiş, basit, ham, kaba, gelişmekte olan bir şeyin ilk hali gibi anlamlara geliyor.)

Sayın Yusuf Kaplan; kamuoyuna yansıyan videodaki görüntülerden sonra siz de kendinizi, yazınızdaki gibi ‘’primitif’’ hissediyor musunuz? Gerçi; siz hissetmeseniz de sizin adına biz öyle hissediyoruz. Bilin istedik…

Ziya Selçuk’un, Yunus’un, “Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek’’ dizelerindeki vakur duruşunun anaforunda oluşan sessizlik senfonisinin nağmelerini duyabiliyor musunuz? Duyabiliyorsanız, ne âlâ… Hâlâ bir umut var. Duyamıyorsanız, ne çare…

Cengizhan TÜRKYILMAZ