Yeni bir öğretmenler günü daha yaklaşıyor, yine bildik tartışmalar, öğretmenleri methedici güzel sözler, taltif edici konuşmalar, özlük haklarının, ek ders ve maaşlarının iyileştirileceği gibi ardı arkası kesilmeyen zam haberleri bolca konuşulacak bu günlerde. Her olayı abartarak kamuoyuna servis etmeyi alışkanlık haline getiren medyamız, muhtemelen bir günlüğüne “öğretmen dövücü (!)” rolünden sıyrılacak, “öğretmen sevici (!)” olacak. Bu da pek bi inandırıcı olmayacak haliyle…

Lafın kısası, öğretmenlerimiz, yılın sadece bir günü hatırlanmayı hak etmiyorlar. Onlar, kendilerine hak ettikleri itibarın verilmesini, itibarsızlaştırılmalarının bir an evvel önüne geçilmesini, tekrar eğitim sistemimizin merkezinde yer verilmesini, özlük haklarının daha da iyileştirilmesini bekliyorlar haklı olarak.

Bana kalırsa tüm yetkililerimiz, “öğretmene verilen değer, her şeye değer” temel anlayışıyla eğitimciye, öğretmene hak ettikleri değeri / itibarı verme konusunda hiç tereddüt etmemelidirler.

Öğretmenlerimiz ise, her ahval ve şeraitte “iyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir” diyerek, neticeyi de Allah’tan bekleyerek bu ulvi görevi yerine getirmeyi en büyük manevi haz olarak kabul etmeli, aslolanın Allah’ın rızasını kazanmak olduğuna inanarak derse girmelidirler.

Tıpkı, “Türkiye’nin Maarif Davası” kitabının yazarı merhum Nurettin TOPÇU’nun ifade ettiği gibi: “Kırk yıl boyunca öğretmenlik yaptım. Okula mabede gider gibi gittim. Hiçbir derse abdestsiz girmedim.”

Yine tıpkı, İmam Hatip Liselerinin kurulmasına öncülük eden merhum M.Celaleddin ÖKTEN Hocamızın “derse gelmediğim gün cenazeme gelin” aşkıyla, inanç ve kararlılığıyla…

Değerli okuyucularım, bu noktada dikkatlerinizi bir eğitimci olarak da en güzel örneğimiz olan Peygamberimizin eğitim anlayışına, eğitime bakışına kısaca bakmakta yarar var diye düşünüyorum. Yazımın asıl maksadı da bu zaten. Prof.Dr. Zekeriya GÜLER hocamızdan alıntılayarak istifadenize sunmak istiyorum.

Peygamberimiz (s.a.v), devlet başkanı, hakim, komutan, imam, hatip, vâiz, eş, baba, dede gibi vasıfları taşımanın yanında, O gerçek bir muallimdi. Onun “muallim / öğretmen” olma vasfının altı özellikle çizilmelidir.

Kur’an-ı Kerim’in “Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi” (Bakara / 129) olarak tanıttığı Rasûl-i Ekrem’in, farklı zaman ve mekanlarda “Allah beni zorlaştırıcı, sıkıntı verici, yanıltıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi. Lakin beni muallim (öğretici, eğitici) ve kolaylaştırıcı olarak  gönderdi” (Müslim, Talâk 29) buyurduğu bilinir.

Bir gün evinden çıkıp mescide giren Rasûlullah (s.a.v), orada halka olmuş iki gruptan birisinde Kur’an okunup dua edildiğini, diğerinde ise ilim öğrenildiğini ve ilim öğretildiğini görür. Rasûlullah (s.a.v), “Her biri hayır üzeredir. Şunlar Kur’an okuyorlar ve Allah’a dua ediyorlar; Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar da ilim öğreniyorlar ve ilim öğretiyorlar. Ancak ben bir muallim (öğretmen / eğitimci) olarak gönderildim” buyurarak ilim halkasını tercih eder. (İbn Mâce, Mukaddime 17).

Medineli gençlerden Muâviye b. Hakem gibi pek çok sahâbî, eğitim ve öğretim esnasında Rasûl-i Ekrem’in kesinlikle azarlamadığını, asla kötü söz söylemediğini ve hiçbir zaman el kaldırmadığını daima hatırlayacak ve “Peygamber’in yolunda canım feda olsun, ben ondan önce de ondan sonra da ondan daha güzel bir “muallim” görmedim." (Müslim, Mesâcid 33) diye yâd edecektir.

Bir eğitim ve öğretim yöntemi olarak Rasûl-i Ekrem, muhatapların ferdî farklılıklarını göz önünde tutar, her birinin anlayış ve seviyesini, ruh halini ve ihtiyacını dikkate alarak farklı tavsiye ve muamelede bulunurdu.

Dört yüz civarında talebesi bulunan Suffe’nin ilim yolcularına maddî / manevî özel ilgi gösterir, imkânlarını seferber edip onların ihtiyaçlarını karşılardı. Talebeye sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşılmasını emrederken, hocalara da vefa gösterilip hürmet edilmesi gerektiğini söylerdi. Kız çocuklarına ihtimam gösterir, kadınların eğitimi için ayrı bir zaman ve mekan ayırarak onların suallerine cevap verirdi.

Muhatabını mahcup etmez ve onu güç durumda bırakmazdı. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hoşlanmadığı tutum ve davranışlar karşısında isim vermeden uyarıda bulunarak dolaylı anlatım üslubunu tercih ederdi.

Muhatabını uyarmak, onun ilgi ve merakını artırmak için bazen soru sormak suretiyle sonraki konuya dikkat çekerdi. Bazen bir kavram ve düşünceyi herkesin anlayabileceği bir örnekle tasvir ederdi. İnanç, amel ve ahlâk konularına dair kıssaların anlatılmasını eğitimde önemserdi.

Dinin hükümlerini tedricî / aşamalı olarak öğretir, ihtiyaç kadar ve tane tane konuşur, muhatabını ikna ederdi. İnsanlara bıkkınlık vermesin diye devamlı konuşmaz, onların ruh hallerini dikkate alarak verimli ve uygun zaman dilimini göz önünde bulundururdu. Konuşmaktan çok uygulamaya önem verirdi.

Temsilî anlatıma başvurur, çizgi ve şekiller çizer, işaretler kullanır, bazen sükût ederek muhatabına onay verirdi. Gerektiğinde özet bilgiden sonra tafsilata girer ve sözlerini tekrarlardı.

Hicap duyulan konularda işaretle yetinirdi. Eğitim ve öğretim hayatında soru-cevap metodu önemli bir yer işgal ederdi. Ancak gereksiz yere çok soru sorulmasından ve huzurunda tartışma yapılmasından hoşlanmazdı.

Alternatifini göstererek probleme çözüm yolu bulur, zorluk çıkarmaz, daima kolaylık gösterirdi. İnsanlara sert değil, gayet yumuşak ve tebessümle muamele ederdi. Çocukların azarlanmasına ve aşağılanmasına hiçbir zaman gönlü razı olmaz, sabır ve müsamaha ile onların eğitilmesini hep isterdi.

Kuşkusuz, en büyük muallim Rasûl-i Ekrem’i rol-model (Kur’an’ın ifadesiyle üsve-i hasene) edinenler, “başarılı öğretmen” unvanını hak etmiş olurlar.

En güzel örneği örnek almak temennisiyle, Allah’a emanet olunuz…