Hakikat arayışında aklın sınırlarını irdelemeğe devam ediyoruz. Batı, Hıristiyanlık dininin Aristo mantığı ve kuralları çerçevesinde tekrar yorumladığı aydınlanma döneminde aklı, hayatın merkezine yerleştirerek bir nevi akıl dini icat edecektir. Kiliseye karşı verdiği mücadele sonunda akıl, bu sefer de kendi zorba imparatorluğunu kurmuştur.

19. yüzyılda başta Fransa olmak üzere, İngiltere ve Almanya’da, Fransız devrimi ve sanayi devriminin yol açtığı toplumsal kaosun ve kargaşanın temel nedeni; din olarak gösterildi. Bu sebeple, kökeni eski Yunan Sofistleri ve Sextus Empricus’a kadar uzanan bir düşünce olan “Pozitivizm” bu dönemde Auguste Comte ile yeniden sistemleştirildi.

Saf akılcılık yahut insan aklının, hayatın bütün meselelerini çözebileceğini iddia eden ve insanın mutlak olarak “aklın” koyduğu kurallara göre yaşadığını belirten bir ideolojinin topluma yön vermesi beklendi.

Comte, kendisini Aristo’ya benzeterek, pozitivizmin dünyada teolojik ve metafizik anlayışa karşı bir tepkiyle ortaya çıktığını ifade ediyordu ama Cemil Meriç asıl düşüncenin (pozitivizm), Comte’un uzun yıllar sekreterliğini yaptığı hocası olan Saint Simon’a ait olduğunu söyler.

Nihayetinde Comte’nin düşüncesi; pozitivizm ile bir insanlık dini oluşturmaktı. Bir sonraki yazıda August Comte’un Osmanlı Sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’ya pozitivist felsefenin benimsenmesi amacıyla yazdığı mektuplara değineceğiz. Bu düşüncenin bilhassa İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından nasıl benimsediği ve gelişmesi için nasıl özel çaba harcadığını da masaya yatıracağız.

Şimdi Kant’la devam edelim. Kant’a göre din felsefesi aklın artık yetişemediği sınıra varana kadar yapılabilir ama daha ileri gidilemez. Bu sınırın ötesinde pratik olarak imana konu olan hususlar ispata konu olamaz. Kant bir bakıma dinin iman esaslarıyla bildirilen konularını ispat etmeye de bir sınır çizmektedir.

 Salt Aklın Eleştirisi bu anlamda öncelikli olarak aklın, bilgi noktasında sınırlarını tespit çalışmasıdır. Kant, aklın sınırlarını çizmeye çalışırken akıl ile hangi bilgilerin bulanabileceğini irdelemiştir.

Spinoza ise Tractatus’ta, peygamberlik ve vahiy konusunu işlerken örneğin, vahyi, insanlara Tanrı tarafından gönderilen emin bir bilgi olarak tanımlar. Peygamber de vahyedilen şeyi ulaştırmakta aracılık eden kimsedir.

Mucizeler ise; Tanrı’nın olağanüstü kudretiyle ya da emirleriyle gerçekleşirken, âlemde daima var olan tabiî yasalar da Tanrı’nın olağan kudretiyle ve emirleriyle gerçekleşmektedir. Sonuçta, her ikisi de Tanrı’nın emirleriyle gerçekleşmektedir.

Spinoza, akıl ile din arasındaki ilişki konusunda aklı ve dini birbirinden ayırmaz. Akıl, hakikatin ve bilgeliğin alanını; teoloji ise dindarlığın ve itaatin alanını oluşturmaktadır. Çünkü aklın gücü, insanların eşyanın bilgisi olmaksızın, yalnızca itaat yoluyla mutlu olabileceklerini belirleyebilecek kadar geniş bir alanı içine almaz. Bu yönüyle evet, İbn Rüşd ile örtüşür.

Tam anlamıyla olmasa da “Her şey Tanrı’dır. Her şey Tanrı’dadır. Tanrı her şeydedir”önermeleriyle de İbn’ül-Arabi’nin “Vahdet-i Vücûd” düşüncesi ile örtüşebileceğini düşünüyorum.

İslam dünyasından beslenen filozoflarına rağmen Batı, tabiatı icabı pozitivist, modernist, akılcı düşüncenin esiri haline gelmekten kendini kurtaramamıştır.

Türkiye’de pek bilinmeyen Alman düşünür Eric Voegelin üzerine çalışma yapan Bengül Güngörmez’in “Eric Voegelin - İnsanlık Draması” adlı kitabında da değindiği gibi; tam da bu noktada yaşanan esas krizin modern kriz, yani bir anlam krizi, manevi kriz olduğunu bizlere söylüyor.

Voegelin’e göre modernite bir akıl hastanesi, modernlik ise bir ruh hastalığıdır.

Bengül Güngörmez, Voegelin’in yapmak istediği şeyi basitçe şu şekilde ifade ediyor; seküler alanın, politik alanın rahiplerine ve kurtarıcılarına karşı bizi uyarmak. Mesela bizi gelenekten kurtarmayı ve bu gayeyle toplumun total bir şekilde dönüştürülmesini arzulayanlardan bugün bizi kim kurtaracak? Asıl toplumu kurtarma misyonunu kendilerine yükleyenleri bugün kim kurtaracak?

Örneğin Almanlar “Heil Hitler” dediklerinde yalnızca “yaşasın Hitler” demiyorlardı. Onu, adeta bir Tanrı yahut Mesih gibi görüyorlardı. “Heil” Almancada aynı zamanda kutsallığa göndermede bulunur ve “kurtuluş” anlamına gelir. Yine Heilgeschishte kutsal tarih anlamına gelir. Aydınlanma düşüncesi Voegelin’e göre gnostik geleneğe, yani bilgiyle, akıl ile kurtuluş düşüncesinin egemen olduğu tarihsel, dinsel, entelektüel geleneğe dayanır.

Bir sonraki yazıda bunun Türkiye’deki yansımalarını işleyelim…