Kimi sendikacılar için sendikacılık bir oyunmuş… Açıklamalarından öyle anlaşılıyor. Kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu bir oyun... Tüm oyunların temelde tek bir amacı vardır. Bu amaç ise oyunu kazanmaktır. Oyunların kazananı olduğu gibi kaybedeni de olur bu yüzden. Bu konuda bir haklılık payı var… “Oyun dışı kalanların”, “kaybedenlerin” ulaşmak istediği hedefler olduğundan bahisle; var olduğu iddia edilen imkânların kullanması eleştirisine gelince: Eğer bu bir oyunsa her oyuncu kendi elindeki imkânı meşru ölçülerde kullanır. Bunda da şaşılacak ve işi, ihanet demagojisine kadar uzatacak bir durum yok. Biz biliyoruz ki eleştiri kültürünün olmadığı yerlerde/kurumlarda eleştiri yapanlar, hainlikle/ihanetle suçlanır. Bunu da yadırgamıyoruz doğrusu.

Ancak milyonlarca kamu emekçisinin özlük ve özgürlük mücadelesinin verildiği sendikal alanın, oyun metaforu ile ifade edilmesini yadırgarız. Bunu profesyonel bir sendikacı yaparsa daha da yadırgarız. Eğer toplu sözleşme masasında memuru açlık ve yoksulluk sınırı arasında bir ücrete mahkûm edecek bir sözleşmeye imza atmak ve o imzayı atan “sendikacıyı” kayıtsız şartsız desteklemek bir oyunsa biz bu oyunda yokuz. Bir kamu emekçisi olarak biz de bu oyunun bir kaybedeniyiz. Kazananı olmamaktan da kendi adımıza memnunuz. Çünkü bu oyunun kazananları; sendikal alanı bir kariyer mesleği ve zenginleşme alanı haline getirenlerdir.

Oyunda, oyuncudan beklenen; çıkarını temsil ettiği kişinin/kitlenin çıkarını koruyabilme becerisini gösterebilmektir. Oynandığı iddia edilen oyunda, temsil konumundaki başat aktörlerin kimlerin çıkarını hangi ölçüde koruyabildiği konusu ise kamuoyunun takdirindedir…  

Geride bıraktığımız toplu sözleşme dönemlerinde kaybedenlerin ne kaybettiği herkesin malumu. Ancak kazananların ne kazandığına gelince; orası net değil. Çünkü bilmiyoruz…

Sendikacı olmak; kişiyi adiyaforileşmeden yani ahlaki değerlendirmelerin alanından muaf tutmaz. Tam tersine ona tabi kıldığı gibi “Ötekinin yüzüne bakmanın getirdiği sorumluluk duygusunun yok sayılması da ağızlarda "vicdan azabı" veya "ahlaki tereddütler" olarak bilinen acı bir tat bırakır.”

Zygmunt Bauman’a göre: “Ahlaki ihmallerin eriştiği alan ve şiddeti arttıkça, ahlaki ağrıkesicilere yönelik talep de durmadan büyür ve ahlaki yatıştırıcıların tüketimi bir bağımlılığa dönüşür.” Yani kaybeden kitlelerin kaybı ve kazananların kazancı karşısındaki sessizlik ve buna yönelik her eleştirinin ihanetle suçlanması; bir ahlaki yatıştırıcı almaktan tamamen farksızdır.

Sessiz filmlerin karton yazılarındaki betimlemelerle; kahrolsunlar ve yaşasınlar kutuplaştırmasına dayalı sloganlar üzerinden kitleleri bölerek sendikacılık yapma işi soğuk savaş döneminde kaldı. Hemen yakınımızda bulunan ve sessizce acı çeken kamu emekçisi kitlelerin acısına ortak olmak, çözüm aramak dururken; hayali ve uydurma gündemlere yumruklar sıkılarak, mottolar ve sloganlar eşliğinde sendikacılık yapılması stratejisi de öyle…

Dert bellidir. Çare de bellidir. Çaresizseniz… Çare sizsiniz…

Yeni bir ses, yeni bir nefes, öze dönüş…

Celal Demirci