Tâlût askerî erkânı ve ordusu ile hareket edince: “Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden su içerse benden değildir. Kim de o sudan tatmazsa işte o bendendir. Ancak herkes eliyle bir avuç su içebilir.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, o nehre varır varmaz nehirden su içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler nehri geçtiklerinde, nehri geçmeyenler: “Bizim bugün Câlût ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah’a kavuşacaklarına inanıp bilenler ise onlara: “Nice az topluluklar, Allah’ın iradesi, yardımı ve desteğiyle, nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah sabrederek savaşa devam edenlerle beraberdir.” dediler. (2:249)

 

Yıllar önce, katıldığım bir televizyon programında programa benimle birlikte konuk olan bir eğitim sendikasının temsilcisi (10 yıl içinde üye sayısı 10 kat artan bir sendika!) sendikasından bahsederken Türkiye’nin en büyük sendikası olduklarını söylemişti.


Ona göre belli ki büyüklük, rakamsal verilerle ilgiliydi. Nasıl, ne şekilde ve ne pahasına olduğu önemli olmaksızın en kalabalık olan, en büyüktü.

Hak, adalet ve özgürlük mücadelesi ne zamandan beri sayıya vurulur oldu?

Haklı olmak ne zamandan beri kaç kişi olduğuna göre değişen bir şey haline geldi?


Bu nasıl bir itikad?

Hak, adalet arayışını misyon edindiği iddiasında olanların kalabalık ile övünmesi obez bir insanın vücudundaki yağlarla övünmesi gibidir. Aleni biçimde sağlıksız ve estetik açıdan problemli bir durum ile iftihar etmektir bu. Bu yaklaşımın anlaşılır bir tarafı var aslında. O da şu: Türkiye’de pozitivistler ikiye ayrılır: 1) Pozitivistler 2) Pozitivist olduğunu bilmeyen pozitivistler

Şaka şaka… Pozitivizm filan değil düpedüz ahlaksız var burada!

Kamu kurumları yahut açık ya da gizli güç merkezleri ile yanaşık düzen olmayı onlarla kendisini ilişkili kılarak bundan rant, ikbal ve istikbal devşirmeyi içine sindirmiş ve maalesef tam da bu nedenle ilgi ve alakaya mazhar olmuş yapılar var. Bu ilgi ve alakanın gökten zembille inmediği ya da marifete dönük bir iltifat olmadığı açık. Her dönem ve her devirde “altına hücum”, diyen gürûhlar dün olduğu gibi bugün de bu koşullanmalarından vazgeçmiş değiller.

Burada rant, ikbal ve istikbal karşılığı özerkliklerini kaybetmiş nahoş ilişki biçimi üzerinden sivilliği idrak edememiş özerk ve özgün duruşun kıymetinden bîhaber birkaç dernek, vakıf ya da sendika yöneticisi ile meseleyi sınırlamak doğru olmaz. Bizde vatandaş kimliğinin henüz tekâmülünü tamamlamamış olması sosyal ve siyasal vasatın konfigürasyonunda bu tür açmazları ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bir iki STK’cı değil söz konusu olan. Bir zihniyet dünyasının üzerinde yükselen gerçeklik ile karşı karşıyayız.

Apoletsiz olmayı sivil olmak için yeterli görenlerin ufku şimdilik böyle bir STK’cılığa el veriyor. Buna yol veren, destek ve teşvikten mahrum bırakmayan bir kalabalık için de böyle bir STK’cılık sonuna kadar hak edilmiş bir STK’cılıktır. Ne var ki mesele kimin neyi hak ettiği meselesi değil memleket meselesidir. Bu hal ve gidişat birkaç kişinin itibar kaybetmesi ile değil toplumun önemli bir kesimini sözden; yani sözünün bir değeri olması durumundan mahrum bırakmaya matuftur.

Bunu görmemek için ya ahmak ya da art niyetli olmak gerekiyor!

 

Yıllardır tehir edilemez bir vazife olarak gördüğüm için sivil toplum çalışmalarının içinde yer aldım. Geçen her yıl hayal kırıklığı yaşamamam konusunda beni güçlendirdi. Ortada hayal kurmaya değer bir manzara yoktu çünkü! Kirden ve irinden üzerimize bulaşmasına fırsat vermemekti düsturumuz.  Bunun için ne kadar direndiysek o kadar yalnız bırakıldık. Ne var ki en başından biliyorduk; Hakikat sayı ile ilgili değildi.

İşte, böyle böyle açıldı, “irinliler kabilesi” ile aramız…

 “irinliler kabilesi

çoğalıp sayıları göze batınca alarga durdular bizden

sevmezlermiş bizi raconlarının bu olduğu söyleniyor

yarası cerahatlenmeyeni kendilerinden saymazlarmış

bize başından beri başkası muamelesi yaparlarmış

daha yeni öğrendik meğer biz de onlarla mecazdan

leff ü neşirden gayrı alâka şimdiye kadar kurmamışız

doğrusu gerçekten bizmişiz başkaları

onlara dokunmanın bizlere ar gelişi bundanmış

irinsizlik bilinciymiş her geçen gün tuhaflaştıran bizi”

(İsmet Özel/Savaş Bitti)