Ancak ilk kuşağın geri dönme planları gerçekleşmediği gibi doğru dürüst Türkçe bile konuşamayan dördüncü kuşak ile ‘gurbetçi’ hikâyemiz bambaşka bir boyuta evrildi. Süreç sadece bizim için beklenmedik değildi. Avrupa da ne ile karşı karşıya olduğunu pek kestiremedi. Max Frisch’in “biz işçi istemiştik, bir de baktık insanlar geldi ülkemize” tespiti bu durumun çarpıcı şekilde ifadesidir. Literatüre giren ‘kayıp kuşak’ tanımlaması bile sürecin nasıl netameli geçtiğinin göstergesidir.

Avrupa için ikili anlaşmalar üzerinden gelen nüfusu absorbe etmek bile ciddi sıkıntı iken daha travmatik bir arka plan ve zorunluluk üzerinden gelen büyük bir nüfusa ilişkin ciddi ve birbirini bütünleyen politikalar geliştirmemiz gerekliliği izahtan varestedir. AB ile katılım müzakereleri yürüten bir ülkenin Dışişleri Bakanlığı verilerine göre AB içinde 5,5 milyonu bulan nüfusla etkin ve işlevsel bir ilişki teşkil edilebilmiş olsaydı bugün nasıl bir etki gücüne sahip olduğumuzu bir düşünelim! Etkin ve işlevsel ilişki tesis edemediğimiz bu muazzam güç statik bir şekilde yerinde durmuyor maalesef. Entegrasyon uyumsuzlukları vs. üzerinden problem yaşayan ve bizi etkileyen bu nüfus aynı zamanda pek çok AB ülkesinin bize dönük operasyon aracı olarak da manipüle ediliyor. Kürt ve Alevi sorununun bir boyutunun bu manipülasyonla ilintili olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. İradi ve istekli şekilde başlayan 1960’lardaki Avrupa maceramızın hasılası böyle! Bugün çok daha mücbir sebepler üzerinden seyreden bambaşka bir dinamik ile boğuşmaktayız.

Göç çoğunlukla geri dönüşsüzdür

252 kişilik ilk Suriyeli mülteci kafilesi 29 Nisan 2011 tarihinde ülkemize giriş yaptığında bunun milyonları bulacak bir hareketlilik olacağını düşünmemiştik. Gelenlerin kısa süre içerisinde evlerine geri döneceğini varsaydık. Bu açıdan statülerine  ‘geçici koruma’, eğitim yerlerine ‘Geçici Eğitim Merkezi (GEM)’ ismini verdik. Bölgesel ve küresel gelişmeler kısa vadede beklentilerimizin karşılıksız kalacağını zaten gösterdi. Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün 22.03.2018 tarihli verilerine göre ülkemizde şu an ‘geçici koruma’ statüsünde 3,561.707 kişi bulunuyor. 2017 yılı itibariyle rakam 3,426.786 idi. Hareketlilik yavaşlamış olsa bile devam ediyor şu an. Bu nüfusun yaklaşık % 7’si kamplarda bulunurken geriye kalan % 93’ü İstanbul, Şanlıurfa, Hatay, Gaziantep, Mersin, Adana yoğunluklu olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılmış durumda. Ülkemizde doğan yaklaşık üç yüz bin Suriyeli bebek sayısı bile orta ölçekli bir ilimizin nüfusunu geçmiş durumda. Buna kayıt altına alınmamış ve statüsü farklı olan göçmenleri de dâhil ettiğimizde nüfusumuzun en az % 5’i gibi muazzam bir sayı son derece etkin entegrasyon politikalarını zorunlu kılıyor.

Göç, mücbir sebeplerden kaynaklansa bile, çoğunlukla geri dönüşsüz bir yolculuktur. Koşullar elverişli hale geldiğinde veya mücbir sebepler ortadan kalktığında bile gelenlerin geri döndükleri çoğunlukla vaki değildir. 1960’larda Avrupa’ya gönderdiğimiz ve ‘biraz para biriktirip geri dönecekler’ diye beklediğimiz hikâyenin nasıl bir hal aldığını yukarıda söylemiştik. Mülteci akınının başladığı ilk günlerde ‘yakında dönecekler’ beklentimizin de gerçekçi olmadığı açık. O halde ülke nüfusumuzun % 5’ini bulan bu nüfusu güvenlik ve fizyolojik ihtiyaçların giderilmesi gibi akut tedbirler dışında ne tür yönetsel politikaların muhatabı kıldığımız hayati önem arz ediyor. Coğrafyanın kısa vadede çözüme kavuşamayacağını görüyoruz, göçün olağan seyrini biliyoruz. Hoş geri dönüşü olsa bile yapmamız gerekenler çok değişmiyor. Bu muazzam nüfusun varlığı Türkiye için ciddi bir krize işaret ediyor. Kriz malum olduğu üzere hem risk hem de fırsat anlamına gelmektedir. Mevcut durumu ve işleyişi tehdit eden, acil karar verilmesi gereken, uyum ve önleme mekanizmalarının yetersiz kaldığı durumlar için kriz tanımlaması yaparız. Bu kriz durumuna gerekli tepkiler geliştirilebilirsek önemli şer bilinen bu işten hayır çıktığını görebileceğiz. Aksi takdirde zaman ilerledikçe çarpan etkisi yapacak yeni sorun başlıklarımız olacak demektir.

Mesele mültecilerin eklemlenmesi meselesi değil

Dolayısıyla hem zihinsel hem eylemsel anlamda kritik bir eşikteyiz. Sistemik düzenlemelerin hem konuşulması, tartışılması hem de işlevsel politikalar olarak ete kemiğe büründürülmesi gerekiyor. Yeni nüfus Türkiye’nin mevcut sisteminin işlevselliğini talep etmiyor aynı zamanda değişimi yönünde ciddi basınç uyguluyor. Mevzuyu eğitim sistemi üzerinden somutlaştırmaya çalışalım. Mültecilerin biyometrik verileri 1 milyon civarında yeni öğrencimiz olduğunu söylüyor. Mesele bu 1 milyon çocuğun okulla, öğretmenle, çanta, kitap ve defterle buluşturulmasından çok daha derin. Bu konularda çok da başarılıyız ayrıca. Ancak yeni ‘kayıp kuşakların’ oluşmaması, sahici bir entegrasyonun gerçekleşmesi bizi de henüz bilmediğimiz yeni çözümleri aramaya zorluyor. Zira yeni durum mevcudun iyi şekilde işlemesi ile al yoluna koyulabilecek gibi değil. Mülteciler gelmediğinde henüz mevcut eğitim sistemimiz, okullaşma oranlarını ciddi anlamda yükseltmiş, bünyesindeki öğrencilerin öğretmen, derslik, kırtasiye, teknolojik donanım ihtiyaçlarının büyük bir kısmını karşılamış olmasına rağmen eleştiriliyordu. Bu çocuklar homojen bir yapıda değiller. Aidiyetleri farklı, sosyo-kültürel dünyaları farklı. Savaş olmadan önce de son derece katı ve tahripkâr bir siyasal sistemde var kalmaya çalıştılar. Oysa bugün kendi çocuklarımızın ihtiyaçlarını görmekte yetersiz olan bir sistemden savaş görmüş, kayıp yaşamış, ülkesini terk etmiş, belirsizlik ve güvensizlik sarmalında olan çocukların ihtiyaçlarını görmesini bekliyoruz. Oysa süreç yapı, sistem ve sistematik dönüşmek zorundadır. Mesele mültecilerin bize eklemlenmesi meselesi olarak algılanmaz. Bugün eğitim kurumlarımızın büyük kısmı kültürel karşılaşma alanı. Tevhid-i Tedrisat üzerinde kültürel homojenleşmeyi arzulayan pedagojimizin iyice çözüldüğü bir düzlemdeyiz. Eğitim kurumlarımızın yapısı, işleyişi aynen duruyor. Öğretmen formasyonumuz da hiçbir şey olmamış şekilde devam ediyor. Oysa sadece gelen Suriyeli mülteci sistemden karşılık beklemiyor aynı zamanda o öğrenci ile aynı sınıfı paylaşan Türkiyeli öğrenci de yeni duruma uygun yeni şeyler bekliyor. Eğitim Fakültelerinin ders programlarının mutlak surette değişmiş olması gerekiyordu örneğin. MEB’in, YÖK’ün, ilgili Fakültelerin çözüm arayışları olmalıydı.

FETÖ kalkışmasının hemen ertesinde ani bir ‘iç aydınlanma’ yaşayan akademimiz-düşünce dünyamız bize FETÖ’nün kötücül doğasına ilişkin çalışmalar bahşetmişti. Hâlbuki bize olanı şerh edecek çalışmalar yerine olması muhtemel olanı nedenleriyle, bağlantılarıyla görecek ve uyaracak çalışmalar lazım. Zira sosyal, kültürel, siyasal krize dönüşme potansiyeli olan bir mevzu bu ve bu yüzden de etraflıca görülmesi, anlaşılması icap ediyor. Sadece iç politik bir vaziyet olarak düşünmeyelim. İç ve dış politikanın anlamsızlaştığı bu küresel çağda iyi ve etkin bir yönetim stratejisi ile bu nüfusu hem içerdeki niteliğimizin artışı için manivelaya dönüştürebilir hem de yüz yıl önce sosyal-siyasal-kültürel derinliğimizin en tabi havzası olan bölgeyle yeniden buluşmanın anahtarına çevirebiliriz. Bu fırsatın aynı zamanda bir tehdit olduğunu ve süremizin de kısıtlı olduğunu unutmadan tabi.

19.04.2018

Abdulbaki DEGER

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı