Bir önceki yazıda Gazali, Rüşd ve Arabi üzerinden “hakikate ulaşmada aklın mahiyeti” üzerine bir giriş yapmıştık. Bu giriş, ilerleyen süreçte günümüz pozitivist İslamcıların zihin dünyasını anlamamız açısından önem arz ediyor. Kaldığımız yerden devam edelim.

İbn’ül-Arabi, “Duyular, bize eşyanın hakikatini vermez ve elde edilen bilgi yanıltıcıdır” der. Çünkü bu durum, hem olgusal âlemin idrakinde hem de fiziki boyutla perdelenmiş metafiziksel gerçekliklerin anlaşılmasında geçerlidir.

Buna örnek olarak İbn’ül-Arabi şu hadiseyi zikreder: “Cebrail’i Dıhye kılığında görenler “Bu Dıhye” demişlerdi. Sahabeler, görünen suretinden dolayı ona bir insan adını verdi. Oysa doğru olan, onların duyması ve görmesi olsaydı, onlar onun Cebrail olduğunu bilirlerdi. Fakat işin hakikatini bilen ve gören arif, onun Cebrail olduğunu bildi.”

İbn’ül-Arabi’nin epistemolojisinde hakikatin bilgisini elde etmede duyular ve akıl yetersiz kalmak durumundadır.

İbn Arabi’nin bu görüşlerinin;  18.yüzyılda “izlenimler” (impressions) ve “fikirler” (ideas) üzerine bilgi teorisini kuran ve buradan da duyuların kesin bilgiyi vermediğinden hareketle “nedensellik” ilkesinin temellerini sarsan, Newtoncu mekanik evren anlayışından Kuantum fiziğine geçişin felsefi ilkesini dile getiren empirist filozof David Hume’un görüşleriyle paralellik arz etmesi, bir septik-empirist filozof ile bir sufi filozof’un görünürler âlemine ilişkin gerçeklik tasavvurlarının aynı zeminde buluşması bakımından dikkat çekicidir…

Bugün TV ekranlarında akıllı olduklarını sanan bazı kişiler, ironiktir akılcılık adına İbn’ül-Arabi’yi şizofren görecek kadar zıvanadan çıkmış vaziyettedir. Oysa, bugün geçerliliğini yitiren ve artık bir metot olarak kullanılmayan eski Newtoncu fizik kuramı üzerinden yürüyen akılcı, pozitivist tiplerdir bunlar.

Farabi bilindiği gibi Antik Yunan felsefe anlayışını benimseyen ve bunu aktaran bir filozoftur. Metafiziksel bağlamda da sıkı bir Aristotelesçidir. Farabi bunu sadece kendi toplumuna ve kültürüne tatbik etmiştir. Bakıldığında bir taklit göze çarpmaktadır.

Farabi de Rüşd gibi, erdemli din anlayışı ile gerçek felsefenin hakikat bazında birbirleri ile çatışmayacağını ifade eder. Ona göre felsefe ve din birbirleri ile uzlaşım halindedir.

Dücane Cundioğlu, tam da bu noktada Farabi’yi bir adım ileriyi taşıyarak (üstelik zamanında bile çokça tenkid edilen bir filozofu) “akıl vahye değil vahiy akla tabi olmalıdır” şeklinde eskiden kalma akılcı bir perspektifle yeni bir önermede bulunduğu iddia ediyor. Kuantum fiziğinin genel geçer kabul edildiği bir çağda, bir yüz yıl geriden gelen bilimsel yaklaşımı yeni bir şey söylüyormuş gibi yutturmaya çalışmak gibi bir şey bu.

Akıl ve Duyu Ortaklığı

Batıda J.Locke bile hakikat konusunda kendi ampirik düşüncesine, gerçeklik anlayışına karşı çıkma pahasına, en açık hakikati, metafizik bir varlık olan “Tanrı’nın varlığında” görmektedir. Locke gerek sahte vahiy ile gerçek vahyin birbirinden ayrılmasında gerekse vahyin muhtevasının anlaşılmasında akla son derece önem veren bir filozof ancak o da tüm bunlarla birlikte vahyin içerdiği birçok hakikatin akıl ile izah edilmeyeceğini ifade etmektedir.

Locke, her ne kadar akla ve deneye oldukça önem verse de vahiy karşısında tutumu ile katı bir ampirist gibi davranmamıştır. Aklın rehberliğinde hareket etmenin önemini ifade ederken aynı zamanda kendi ampirik düşüncesine uygun olmayan bir şekilde de aklın kaynağını metafizik bir varlık olan Tanrı olarak görmektedir.

Pascal, Taşra Mektupları’nda (The Provincial Letters) bilginin üç temel ilkesini; Duyular, akıl ve kalp olarak belirlemiştir. Duyular, olgular hakkında doğru hüküm vermemizi sağlarken, akıl da idrak edilebilir ve doğal şeyler hakkında hüküm vermektedir. Kalp ise, dini hakikatler ve doğaüstü şeyler hakkında hüküm vermektedir.

Bilginin meydana gelmesini sağlayan bu ilkelerin her birinin ayrı objeleri vardır ve bunların her biri kendi düzeni içinde bir kesinliğe sahiptir. Ne akıl ne de duyular, bilginin ortaya çıkmasında tek başına hiçbir işe yaramaz. Duyular veya duyu verileri akla yardım eder, akıl da bunları kullanır ve bir takım soyutlamalarda veya çıkarımlarda bulunarak bilgiye dönüştürür.

Pascal’a göre hakikate ulaşma noktasında “akıl ve duygular, karşılıklı olarak birbirlerini aldatırlar.” Bir önceki yazıda örnek verdiğimiz Gazali’nin “El-Munkız min Ed-Delal” adlı eserinde ifade ettiklerini hatırlayınız.

Bir sonraki yazıda kaldığımız yerden, Spinoza ve Kant üzerinden meselemize devam edelim…

1-İbn Arabi’nin Epistemolojisinde Duyu ve Akıl, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi,cilt 10, sayı, 3