Bir öğretmen olarak siyasete bulaşmayayım, tüm zihnî ve bedensel mesaimi mesleğime sarf edeyim istiyorum. Zaten her türlü taraftarlığın insanı yoran, yıpratan ve inciten bir yanı olduğunu düşünenlerdenim. Fakat ne yazık ki siyaset hayatımıza öylesine bulaşıyor ki, insanın kendini tarafsız tutması çok zor.

                    Bizim ülkemizde her yer siyaset meydanı, herkesin ikinci işi siyasetçilik… Kahvehanelerde, kadın “gün”lerinde, sanal alemde yapılan memleketi kurtarma muhabbetlerine zaten alışığız. Ama iş, 13 yaşındaki çocukların siyasî cümlelerle yumruklaşmasına varınca, durup bir daha düşünmek gerekiyor. İşte o zaman öğretmen olarak bana da siyasî konuşma hakkı doğuyor.

                   Olayları geriye sarıp ülkenin bu hale nasıl geldiğini bulmaya çalışıyorum. Ne yazık ki filmin ucu kopuk, kafamdaki soru ve cevaplarda eksik parçalar var. Kimsenin de bu muammayı çözmüş olarak yorum yaptığını sanmıyorum. Herkes kendi yayın organlarından aldığı haberlerle karşı tarafa bir hüküm giydiriyor.

                   On yıl önce, hiç işlemediği bir suçla hapse atılan ve çıktıktan sonra bir kahraman olarak karşılanan, ilk seçimlerde de büyük bir zaferle iktidar koltuğuna oturan bir başbakan hatırlıyorum. Halkın yıllarca kendine yabancı, değerlerine uzak bulduğu, hatta açıkça dışlanıp haklarından mahrum edildiği yönetimlerden yaka silkip, kendi içinden ve kendisi gibi mazlum gördüğü birine teveccühü idi bu zafer. O kahraman da zaferin ardından yaptığı konuşmalarda hem okyanus ötesine, hem seçmenine hem de seçmeyenine selam gönderiyor, herkesi kucaklayan, umut vaad eden bir konuşma yapıyordu.

                    Nitekim ilk iktidar dönemi ülkede sükûnetin, istikrarın, memnuniyetin gözlendiği gelişmelerle sona erdi. Bu memnuniyet sandıklara hemen yansıdı ve senelerce iktidarda kalıp oy kaybetmeyen yegâne parti olarak tarihe kayıt düşüldü. 

                    Seçim günü bir arkadaşım: “Bunlar ikinci kez kazanırsa diktatörleşir” demişti. Bu yorumun ne kadar peşin hükümlü ve o güne kadar sürdürülen politikalara ne büyük bir haksızlık olduğunu düşünmüştüm. Zulme uğramanın acısını tatmış birinin başkasına zulmetme ihtimalini kabul etmemişti aklım. Şimdi ise arkadaşımın ne denli ileri görüşlü biri olduğunu düşünüyorum.

                    Peki ne oldu da, siyasetin şirazesi bozuldu? Ne oldu da, ülke kavgalara doyamaz hale geldi? İşte tam da bu nokta, bir muamma. “Ne istediler de vermedik?” diyen bir başbakan, yetkinin istenen değil hak edilen bir şey olması gerekliliğini çiğnemiş olmuyor muydu? Elde ettiklerinden fazlasını istediği için iktidarla yolları ayrışan cemaat, bu kadarıyla bile siyasete meylettiği için hudutlarını aşmış bulunmuyor muydu? Dershanelerin kapatılma kararı, cemaatin taleplerinin sonucu muydu, yoksa cemaatin tepkisinin sebebi miydi? İpler nerede kopmuştu?

                   Dücane Cündioğlu’nun çok güzel ifade ettiği gibi, bu bir kardeş kavgasıydı. Üstelik iki tarafın da kendine referans aldığı dinî hassasiyetleri utandıran bir kavga… Ortaya saçılan dinleme kasetleri, dün kol kola yürüdüğü insanlara verilen “haşhaşi” isimleri, bir dinî liderin çehresine yakışmayan beddua cümleleri, bir gecede hayatları altüst edilen emniyet görevlileri…

                   Bu kavganın kazanan tarafı yoktu. Cemaat dinî kimliğinden sıyrılıp, devlet içinde devletleşmeye çalışan illegal bir yapı haline dönüşürken, hükümet de güvenilirliğinde, millete hizmet söyleminde, temiz siyasetinde büyük gedikler aldı.

                    Memlekete maddî-manevî faturası çok ağır olan bu toz duman ortamda, ardına yaslanıp heyecanlı bir film izler gibi keyif alanlar, “Ben tasarlasam böyle büyük fitne çıkaramazdım” diye köşelerinde yazanlar da yok değildi elbette.

                  Eğer o ortamda başbakan operasyona karışan herkesi al-aşağı etmek yerine kendine duyduğu gerçek bir güvenle: “Soruşturun bakalım, ne bulacaksınız?” diyebilseydi, işte o zaman oyları sandıktan taşardı. Ama sergilenen panik ve intikam siyaseti, güven duygusunu bir kere daha sarstı.

                  Cemaat baskıya ve dışlanmaya maruz kaldıkça, tüm silahlarını kullanmaya başladı. Yayın organları yaylım ateşi açtı. İki tarafın da tabanını rahatsız eden, babayı oğulla karşı karşıya getiren bir restleşme yaşandı. Yıllardır aynı söylemi dillendiren arkadaşlar, dostlar; birbirini hakikati görmemekle suçlayan hasımlar haline geldi.

                 Yaşadıklarını ihanet olarak niteleyen başbakan, yakın çevresindeki bu yaprak dökümünün ardından giderek daha güvensiz, daha sert bir tutuma büründü. Halktan aldığını düşündüğü destekle muhalif her görüşe kulak tıkamakla kalmadı, cezalandırmaya başladı. Gezi olaylarında, kendi vatandaşına bomba yağdıran, dünyadaki diktatör liderlerden çok da farklı bir söylem geliştirmedi. Canı yanan, kızgın ve kırgın halkla empati kurmayı denemedi. Eylemler belki kasdını aşan, aşırı görüntülere sahne olsa da, sağduyulu bir siyasetle ortamı yumuşatmayı bilemedi.  Seçim anketlerini yayınlayan televizyon kanalına ceza verildi. Sanal alemde dönen ses kayıtları ve iktidara yöneltilen eleştirel söylemler yüzünden halk, hepsinin kapatılmasıyla tehdit edildi.

                 Derken siyasetin eli, eğitime değdi. Emniyette yaşanan ayıklamanın idareciler için başlatılacağı, gereği görülenlerin şeceresine bakılmak suretiyle öğretmenliğe iade edileceği haberleri yayıldı. İdarecilik hakkını sınavla kazanmış, üstelik yıllardır öğretmenlik yapmamış insanların bu hakkından mahrum edildiği ve kendisine emanet edilen bir nesli bu kırgınlıkla meslek aşkı duyarak yetiştirip yetiştiremeyeceği düşünülmedi.

                   Ve son olarak Berkin Elvan’ın polis eliyle ölümü ardından tekrar ayaklanan muhalif halka karşı, bunun bir kaza ve hata olduğu söylenemedi, bir taziye ve üzüntü ifadesi dillendirilmedi. Yüzde 50’ye güvenen başbakan, diğer yarının da kendi milleti olduğunu benimseyemedi. Nefret söylemlerini fitilledi ve Türkiye bir kez daha gerildi.

                  Elbette o cenaze töreninde de eylemlerin masum olmayan bir kolu vardı. Türk bayrakları yerine açılan bayraklar… “Emri Berkin’den aldık” diye, harbe gider gibi atılan sloganlar… Yine yakıp yıkmalar…

                    Ama başbakan isterse o insanlarda bağıracak mecal bırakmayan duyarlı bir siyaset izleyerek, ana haber bültenlerini dolduran, her kesimden insanımızın tahammül sınırını zorlayan bu gerilimi durdurabilir.  Ama sanırım başbakan hâlâ mazlum siyasetinin işe yarayacağını düşünüyor. Bir çocuğun cenaze töreninin miting alanına çevrilmesi, kamuya ait mallara zarar verilmesi, polise taş atılıp küfredilmesi; kendisine verilen desteği artırmaktan başka işe yaramaz sanıyor.

                   Fakat şunu da dikkate alması gerek: Amcalar, teyzeler memlekette kalkınmayı, ekonomik istikrarı, dinî duyarlılığı sağladığı için ve karşısında umut veren bir natif bulunmadığı için hâlâ hükümeti destekliyor olsa da… Bu partiye oy vermiş ama güttüğü politikayı hiçbir ortamda savunamaz durumda kalmış, bu agresif tutumdan bunalmış insanların sayısı da hiç az değil. Vicdanı rahat olarak başını yastığa koymak isteyen bir lider, giderek ortak bir dile dönüşen bu memnuniyetsizliğe kulak vermelidir artık. Çevresindeki akl-ı selim sahibi siyaset adamlarının da ona alkış değil ayna tutması gerekmektedir.

 

                                                                                                           Hatice TOKDEMİR