Yazının sonunda yazan cümleyi önce başa yazalım:

Milli takımımız ve eğitim sistemimiz ne kadar da benziyor…

***

Bir Milli heyecanın daha sonuna geldik. Her şey daha önceki heyecanlara ne kadar da çok benziyordu; yine başarısız hoca denemelerinden sonra takım Fatih Terim’e emanet edilmişti. Fatih hoca yine sopayı (pardon sazı demek istemiştim) eline almıştı. Yine başlangıçta kötü giden elemelerde son maçlarda işin ciddiyeti anlaşılmıştı. İzlanda ile yaptığımız ve son dakikalarda attığımız golle kazandığımız son maç “İşte gerçek milli takım.” dedirtmişti.

Sonra Avrupa kupası elemelerinde yine ilk maçlarda “mücadele etmiyor” diye eleştirilen ve yerden yere vurulan milli takım, yumurta folluğa dayanıp son maça çıkılınca gerçek kimliğini ortaya koydu ve Çek Cumhuriyetini güzel bir oyunla yenmeyi başlardı. Bunda hiç şüphe yok ki (hatasıyla sevabıyla) “eli sopalı” Fatih hocanın etkisi büyüktü.

“Eli sopalı Fatih hoca” ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü ondan önce milli takımın başına getirilen hocaların da hepsi iyi hocalardı ama sonuç hep hüsran oldu. Zira Terim ilk kez 1993’te göreve geldikten sonra takımın başına geçen isimlerden sadece Şenol Güneş önemli bir başarı elde edebildi. Şenol Güneş’in 2002 yılında dünya üçüncüsü olan takımının iskeletini de 2000 yılında UEFA kupasını alan Fatih Terim’in Galatasaray’ı oluşturuyordu ve 23 kişilik kadronun 12’si Galatasaraylı idi.

Peki her başarısızlıktan sonra takımın başına Fatih hocanın getirilmesi bize ne anlatıyor? Takımın başına geçen Mustafa Denizli, Ersun Yanal, Guus Hidding, Abdullah Avcı kötü hocalar mıydı? Elbette hayır. Ama onların eli sopalı değildi. Yedek kulübesinden bakışlarıyla futbolcuyu dövmüyorlardı. Başka bir deyişle “tatlı sert”, “hem seven hem döven” olamıyorlardı. Onlar takımı çalıştırırken işlemeyen çarklar, Fatih Terim gelince işlemeye başlıyordu. O da hep son maçlarda. Toplum baskısı iyice artınca. Medyada, sokakta takım eleştiri bombardımanına tutulunca. Hep ittirmeyle, hep son anda.

“Biz bitti demeden bitmez” sloganı da tam bunu anlatıyor. Bu aslında takımın psikolojik röntgeni. Yani illaki herkesin “artık bitti” diyeceği bir noktaya gelinecek ve biz o noktada “bitmedi” diyeceğiz. Yani hiçbir zaman rahat rahat maç izleyemeyeceğiz. Hep Türk filmi gibi olacak.

“Biz bitti demeden bitmez” sloganı sadece milli takımı değil, aslında tüm toplumu da tanımlıyor. Bunun üzerine sosyolojik ve psikolojik araştırmalar ve tahliller yapılsa yeridir. Tabi bunu tarafsız bir gözle yapabilecek bir akademik camiamız varsa. Ne de olsa bu ilim dalları sadece toplumun fotoğrafını çeker. İçine yorum katmaz. Eğer bunu yapabilirlerse eğitim sistemimiz için de çok önemli veriler elde etmiş olurlar. Tabi bu verileri ciddiye alacak olan varsa. Ne de olsa eğitim, eğitimcilere bırakılamayacak kadar önemli bir iştir (!)

Ömer Seyfettin’in acıklı bir hikayesinde dediği gibi: “Neyse sadede gelelim”. Milli Takımın fotoğrafını çektikten sonra Milli Eğitim sistemimizin problemlerini de bu zaviyeden masanın üzerine yatırabiliriz. Sonuçta futbolcular da bizim insanımız. Onlar da bu kültürün, bu toplumun, bu toprakların bir parçası.

Demek ki bizim insanımızın motive olması için dışarıdan bir güçle güdülenmesi gerekiyor. Kendi kendine bırakıldığında inisiyatif almakta zorlanıyor. Başında saygı duyacağı ve “tatlı sert” duruşuyla yol göstereceği bir “bilge” gerekiyor. Bu bilge kişinin de elinde “ceza kartının” bulunması gerekiyor. Değil mi ki bizim futbolcular, cebinde kırmızı kartı olmayan çizgi hakemlerine çok kolay itiraz ederken koşarak gelen ve cebinde kırmızı kartı olan orta hakeme daha ılımlı yaklaşırlar. Hele hele Avrupa maçlarında “affı olmayan” yabancı hakeme karşı süt dökmüş kedi olurlar. Olamayan “Volkan Şen” kardeşimiz gibiler de bir yıl men cezası alıp otururlar.

Neyse sadede gelelim. Milli takımı kurtarmak için “eli sopalı teknik direktör” çözümüne bel bağlayan yöneticilerimiz nedense Milli Eğitim’i kurtarmak için bunun hep tersini deniyor. Öğretmenin elinden sopayı (sopa derken otoritesini kastediyoruz) alıveriyor. Sopayı alsa iyi. O sopayı öğrencilere ve velilere veriyor. Sonra da başarı bekliyor. Bu beklenti Türkiye sosyolojisine, psikolojisine, antropolojisine ve bilcümle lojisine ters ama nafile. Formül belli; Milli takımı başarısız yapmak istiyorsan yumuşak huylu ve nezaketi elden bırakmayan bir hoca bulacaksın. Milli eğitimi başarısız yapmak istiyorsan öğretmenin elinden otoritesini alacaksın. Avrupa’da bunun tersi geçerli olabilir ama lamı cimi yok; Türkiye’nin gerçekleri farklı.

Batı’da devşirilmiş “öğrenci merkezli eğitim”, “yapılandırmacılık”, “bilen değil, yol gösteren öğretmen” gibi yaklaşım ve kavramlar da tam bu yüzden bizde işe yaramıyor. Çünkü paça ölçüleri bizim boyumuza göre alınmamış. Ya bol geliyor, ya kısa.

Benim tavsiyem, eğitim sisteminde kullanılması düşünülen yaklaşımlar önce milli takım üzerinde denensin. Eğer beş yıl içinde takım düze çıkarsa eğitim sisteminde de kullanılabilir.

Sözün özü, öğretmene eski bilge ve otoriter kimliği kazandırılmadıktan sonra ne yaparsak yapalım boşuna. Çünkü bizim insanımızın saygı anlayışı Avrupalınınkine benzemiyor. Milli takımda da böyle, sokakta da böyle, sınıfta da böyle.

Milli takımımız ve eğitim sistemimiz ne kadar da benziyor…