- Hapis yatmış iki kişi ile havaalanındaki tanışmamız -

Okulların açılmasından iki gün önceydi.
Memleketimden görev yaptığım ile gitmek üzere havaalanının bekleme salonundaydım.
Uçağın biraz rötarlı kalkacağı anons edilince çantamdan Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmak adlı eserini çıkarıp okumaya başladım.
Kitabı okuduğum sırada bekleme salonunda yanımda oturup beklemede olan iki kişinin ‘ilginç’ diyalogları gayr-i ihtiyari kulağıma ilişiyordu.
Türkçe, ama aksanlarından Kürt olduklarını belli edercesine terör meselelerini ve 28 Şubat darbesini konuşuyorlardı.
Kitap elimde öylece açık kalıvermişti. Konu oldukça dikkatimi çekmiş; antenlerim açılmıştı.
Zaman geçtikçe hapis arkadaşı oldukları yahut hapse dair ortak bir paydalarının olduklarının kanısı oluşmuştu bende. Çünkü her ikisi de hapiste yaşadıkları ile ilgili ilginç şeyler anlatıyorlardı birbirlerine.
Bir yandan kendileri ile tanışmak istiyor, diğer yandan konunun hassas bir konu olması sebebi ile verecekleri tepkiyi öngöremediğimden konuya nereden ve nasıl girip tanışacağımın tecrübesizliğini yaşıyordum.
Biri yaklaşık yirmili diğeri ise kırklı yaşlarda görünüyordu.
Büyüğün bana saatin kaç olduğunu sorması ile nihayetinde tanışma zemini oluşmuştu. Değerlendirip kendileri ile koyu bir sohbete giriştik. Ne de olsa ben de tanışmak için fırsat kolluyordum.
Konuştukça tanışıyor, tanıştıkça da öğreniyorum ki büyük olanı gençlik yıllarında henüz Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken bir grup arkadaşı ile birlikte çıkardıkları ‘ideolojik içerikli’ bir dergi yüzünden tutuklanmış.
Tam 4 farklı ilde, dolayısıyla 4 farklı yerde hapis yatmış. Toplamda 26 yıl hapis yattığını ve süreç içerisinde çeşitli işkencelere maruz kaldığını söylüyordu.
Mesela bir ara ayağa kalkıp pantolonunu yukarı doğru kıvırıp bacağının protez olduğunu gösterdi. Hapishanede iken hapishane müdürü ile girdiği polemikte dayanamayıp hapishane müdürünü dövdüğünü ve karşılığında kendisinin de çok ciddi bir işkenceye maruz kaldığını ve bu işkence sırasında sol bacağını kaybettiğini söylüyordu. Uzun yıllar tek ayakla koltuk değneklerine mahkum edildiğini ve sonrasında bir çok yer gezip uzun yıllar tedavi gördükten sonra protez bir ayağa sahip olup koltuk değneklerinden kurtulabildiğini anlatıyordu.
Yaşadıklarını anlatırken hayretle kendisini dinliyorum. Yaşadıklarına dair hiçbir olumsuz düşüncesi olmaması ve bilakis yaptıklarının ve yaşadıklarının karşılığı olarak bir protez ayağa sahip olmasına karşın mutlu ve huzurlu bir tablo çiziyor, pişman olmadığını dile getiriyor olması dikkatimden kaçmamıştı.
Yüzünde derin bir yara izi vardı çene altında. Muhtemelen işkence gördüğü günlerden kalma diye düşünürken düşüncemi doğrular nevinden “Bu iz, o günlerden kalma. Müdürü dövdüğüm günün ertesinde beni tek kişilik bir odaya alıp üzerime eli sopalı ızbandut yapılı beş kişi saldılar. ‘Ölsem de savaşacağım’ düşünerek beşi ile kavgaya girdim.  İşte o gün hem bacağımı kaybettim, hem de çenemin altından aldığım darbelerden ötürü de iz oluştu” diyordu.
Elektrik şiddetine maruz bırakıldığı, günlerce aç kaldığı, susadığı sıralarda daha da çok susaması için tuzlu su içirdikleri zamanlar olduğunu söylüyordu. Çok çetin günler yaşamış hapishanede, ama yılmadığını sabırla cezasının dolup çıkmasını beklediğini söylüyordu.
Müdür ile kavgasından ötürü dört farklı il değiştirdiğini ve nedense gittiği her ildeki hapishanede de uyum problemi yaşayıp bir kavgada ya da bir polemikte kendini gördüğünü ifade ediyordu.
Hatta kavgada dilinin dişleri arasında kaldığını ve bunun sonucu olarak da kekelemeye başladığını, birçok dişinin yumruklanarak döküldüğünü söylüyordu. Ne yapmış ne etmişse bir türlü kekelemeden kurtulamadığını ve kendisini dövenlere hakkını helal etmediğini ifade ediyordu.
“Az evvel kitap okumaya çalıştığım sırada ister istemez konuşmalarınız kulağıma ilişiyordu. Yanınızdaki kim; birçok ortak yönünüz var gibi bir diyalog vardı aranızda?” diye sorduğumda ‘yeğeni’ olduğunu söyleyip ekledi; “Ablamın çocuğu bu da. Hapishaneden yeni çıktı. Onu almaya geldim ben de. Dün çıktı, dün yetişmediği için gece otelde kaldık bugün de memlekete gidiyoruz. Ortak yönümüz ikimizin de bir davaya kendimizi adamamız ve bu davaya adanmışlığın sonucu olarak da ikimizin de hapis yatmış olması.” diyordu tebessüm ederek.
Ne kadar da ilginç değil mi? Hapis yatmış bir yeğeni aynı yaşanmışlığa sahip hapis yatmış bir dayı karşılamaya geliyor. Üstelik ‘hapis yatma’ meselesine ise ‘davaya adanmışlık’ olarak tanımlıyor.
Değil dil, değil kimlik, değil siyaset; mevzu bahs ne olursa olsun bu uğurda bacağını, dişlerini feda edecek, bile bile lades deyip kendini ateşe atıp kavga edecek, dili dişlerinin arasında takılı kalıp o anlık korkunun sonucu olarak da kekelemeye başlayacak bir olayı yaşamaya, göze alamaya değmez kesinlikle. Canlarını dişlerine takıp; kendilerini, mallarını, canlarını ateşe atıp kazanmak için mücadele edilen davalar İslamiyet’le ve Müslümanlıkla alakalı olanlardı. Ki onlar da eskide kaldı zaten.
“Peki, bu gencin suçu ne? O neden hapis yattı?” diye sorarak merakımı gidermek istediğimde yeğen sessizce bizi dinliyordu.
Dayı söze başlayıp “O da siyaset yüzünden hapis yattı. Bir siyasî partinin eyleminde polisle çatışırken polise taş attı diye yakalanmıştı. Aslında hapis yatmayacaktı, yaşı küçüktü ve zarar da vermemişti polislere, sadece bir veya iki taş atmak istemişti. Polisler yine de kavgada gürültüde onu ellerine geçirip yaka paça götürünce o da bu sefer sinirlenip işi ciddiyete bindirip Kürtçe sloganlar atmaya başlamış. Götürüldüğü sırada polis aracının camını kırmış. Bir polisin burnuna kafa atmış ve saire. Bu durumlardan ötürü de suçlu bulunup 7 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.” dedi.
Meğersem o zamanlar ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Bugün ise, üniversite okuyan ve mezun konumuna gelen bir genç ile eşit yaşa gelmişti.
Ne kadar da yazık, değil mi? Adına siyaset, terör, ‘davaya adanmışlık’ ne denilirse denilsin fark etmez; nihayetinde bir çocuğun hayatını mahvolmuştu.
Muhtemelen o çocuk kendi iradesi ile eline taş alıp polise atmak istememiş, kendi yaşantılarının ürünü olmasından çok kendisine anlatılanların yani aile ortamının etkisinde kalarak Kürtçe sloganlar atmış polise saldırmış, aracın camını kırmış diye tahmin ediyorum.
Bu çocuk şayet aile veya birileri tarafından ön plana atılıp, feda(!) edilip kullanılmasaydı, belki bugün elinde fotokopi notları vizeye finale çalışıyor olacaktı. Şuan işsiz kalacağına belki güzel bir bölüm okuyup güzel bir meslek sahibi olacak; hem kendine hem topluma faydalı bir birey olacaktı.
Rötar süresi boyunca sohbet ettiğimizde gördüm ki ne dayıda ne de yeğeninde en ufak bir pişmanlık yoktu. Bilakis yaşadıklarından ötürü oldukça memnun olmakla birlikte iftihar edercesine bir üslupla konuşuyorlardı.
‘Terbiye etmek’ gibi bir işleve sahip hapishanede gerek işkence görmüş dayı, gerekse normal olarak hapis yatmış olan yeğenin pişmanlık duymayıp girerken sahip olduğu görüşü çıkarken de benimsemesi ve devam ettirmesi gösteriyor ki hapishanelerimiz gerçek amaca hizmet etmeyip işlevsel özelliğini kaybetmiş durumda.
Konuşmamızın bir yerinde dayı ne iş yaptığımı sordu. Öğretmen olduğumu söylediğimde aradaki mesafeyi kısaltır tarzda daha da yanıma sokulup “sizden bir ricam var hocam” dedi.
Elimden geliyorsa memnuniyetle yapacağımı ifade ettiğimde benim de kendileri gibi Kürtçülük ideolojisine sahip veya en azından Kürt biri olduğumu zannetmiş olacak ki “Hocam, sizden ricam dersine girdiğiniz çocuklara Kürtleri anlatınız. Onlara Kürtlerin anadilde eğitim haklarının olduğunu söyleyip dersleri mümkün oldukça Kürtçe işleyiniz. Çocuklarla Kürtçe konuşunuz. Asimile olmasınlar. Kendi öz kimliklerini unutmasınlar. Onlar bizim geleceğimiz. Onlar yeşerdikçe Kürtçe diri kalacaktır.” diyor benim gayr-i resmi bir iş yapmamı istiyordu.
Böyle bir talepte bulununca dahi talebini Kürt lisanıyla dile getirmemesi kendisinin zaten asimile olduğunu göstermekle birlikte, davasında yapmacık olduğunun da göstergesiydi bana göre. Ki zaten Kürtçe olarak dile getirseydi Kürt biri olmadığımı anlar ve söylediklerinden belki de pişmanlık duyacaktı.
O an içimden “Allah, eğitim öğretim sistemimizi, sizin gibi bu ideolojiye sahip ve öğrencilerin zihinsel dünyasını ideolojik argümanlarla yıkamaya çalışan öğretmenlerde muhafaza eylesin” diye dua ettim.
Biz konuşurken rötar vakti erimiş hareket vakti gelmişti. Kendileri ile olan sohbetimizi noktalayıp uçağa bindik. Bir saat on beş dakika süren yolculuk sonrasında uçağımız inişe geçti. Bagajlarımızı aldıktan sonra dışarı çıktımızda yaklaşık elli kişilik bir kalabalığın bunları dışarıda karşılamaya geldiğini gördüm.
Zılgıtlar çekiyor, alkışlıyor, hatta kimileri mutluluk gözyaşları döküyordu. Taksi bekliyormuş gibi yapıp bunları gözlemlemeye başladım. Teker teker genci öpüp sarılıp hasret giderdikten sonra aralarından bir gurup genç bir araya gelip bunu tutup havaya fırlatmaya başladılar. Benim bildiğim düğünlerde damat adayını bu şekilde bir mutlulukla hava atarlardı. Orada da bir düğün atmosferi oluşturmuşlardı. Ne de olsa kahramanları(!) gelmişti.
Ayrılacağım sırada kim olduğunu bilmediğim, aralarından biri “Evde bir kurban hazırlamışım gidince kesip sana kurban edeceğim” sözünü işittiğimde şaşırmıştım.
Gün boyu yaşadıklarımın şoku ile evin yolu tutarken üzüntülü, mutsuz ve huzursuzluğum şu soruyu getirdi aklıma: Koca koca insanların bilinçsizce kendini bir ideolojiye adaması ve kendileri ile birlikte henüz hayatının baharında olan genç beyinleri de mahvetmesi kadar abesle iştigal bir durum olabilir mi?


Halis Serhat Tan / Ajanskamu.com