İnsanda iki duygu tarihin her döneminde, çatışma halinde olmuştur. Stabil kalma ve değişim. Kavgada kazanan, çoğu zaman değişim ve gelişim olagelmiştir.

   Geçmişe baktığımızda atalarımız, dedelerinden ne gördüyse, küçük değişimler hariç, onu giydiklerini görüyoruz. Farklı toplumların ve milletlerin birbirleri ile karşılaşması, kaynaşması kıyafetlerin değişiminde de öncüsü olmuştur.

   Sanmıyorum ki tarihte herhangi bir devlet, halkının nasıl giyinmesi gerektiği konusunda kanunlar yapmış olsun. Herhalde bu, 20. yüzyıla özgü, bu yüzyılın geri kalmış (bırakılmış) milletlerine has bir hastalık.

    İnsanların neleri giymeleri ve giymemeleri konusunda kanun koyucu tarafından, bir düzenlemenin yapılmış olması, olayı hukukun alanına sokulmasına sebep olmuştur. Konu ile ilgili herhangi bir mevzuat bulunmasa, bizden önceki insanlar gibi, topluma ve duruma uygun kıyafetler seçmemizin önünde hiçbir engel olmayacaktı.

   Normal bir insanın ne giymesi gerektiğine kanunlar karar veriyorsa, burada bir anormallik olduğunu hepimizin kabul etmesi gerekir. Değişim kuluçka dönemini tamamladıktan sonra durdurulması imkânsız bir hal alır. Ülkemizde de bu olmuştur. Öğretmenlere dayatılan kıyafet şekli, artık bir anlam ifade etmemektedir. Birkaç sendikanın öncülüğünde, son zamanlarda, öğretmenler istedikleri kıyafeti giymenin rahatlığını yaşamaktadırlar.

   1982 tarihli, Kamu Kurum Ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık Ve Kıyafetine Dair Yönetmelik ile kamuda çalışan insanların giyinmeleri konusunda bir düzenleme yapılmıştır. Bütün kamu çalışanları, bu yönetmelikle, istisnalar hariç bir kalıba sokulmaya çalışılmıştır. O kıyafet o meslek için uygun mu değil mi düşünülmemiştir. Her halde burada düşünülen en önemli husus, saygı göstergesi olarak amirin karşısında ceket iliklemek olacak ki ceket ve kravat aksesuarın en önemli parçası haline getirilmiştir.

   Kamu çalışanları için zorunlu hale getirilen kıyafetleri birkaç açıdan irdeleyelim.

   Kıyafet zorunluluğuna erkek öğretmenler açısından “ mesleğe uygunluk durumuna” bakacak olursak; üzerlerinde ceketin bulunması, yazları aşırı derece de terlemelerine, tahtada rahat yazı yazamamalarına ve hareketlerinin kısıtlanmasına neden olacağı açıktır.

   Bu duruma “günümüze uygunluk” açısından baktığımızda; 1925 yılındaki yapılmış ve yapanların çoğunun toprak olduğu Bakanlar Kurulu kararını, değişimlerin ışık hızında yaşandığı bir çağda yaşayan insanlara dayatmak tek kelime ile komedidir.

  Duruma bir de ironik açıdan bakalım; yukarıda bahsettiğimiz yönetmelikte “Kulak ortasından aşağıda favori bırakılmaz. Saçlar, kulağı kapatmayacak biçimde ve normal duruşta enseden gömlek yakasını aşmayacak şekilde uzatılabilir, temiz bakımlı ve taranmış olur. Her gün sakal tıraşı olunur ve sakal bırakılmaz. Bıyık tabii olarak bırakılır, uzunluğu üst dudak boyunu geçemez. Üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir.” ifadeleri okudunuz. Sanki bir yol yordam bilmez, afacan bir çocuğa ne yapmasını söyler gibi değil mi? Sizler bu ifadelerden rahatsız olmadınız mı?

   Olaya “sosyolojik” açıdan irdeleyecek olursak; takım elbise ve kravat hep elitlerin kıyafeti olmuştur. Fransız ve İngiliz saraylarından çıkan giyim şekli, orta sınıfın beyefendi gibi giyinme isteği ile tüm dünyaya yayılmıştır. Günümüzde iş adamı, siyasetçi, akademiysen, bankacı ve üst düzey bürokratların resmi kıyafetidir. Toplum nezdinde, artık eski itibarı olmayan bir mesleğin mensuplarına, üst kesimin giydiği bir kıyafeti giymeye zorlamak kandırmacadan başka bir şey olmayacaktır.