Sabah namazını müteakip biraz Kur’an okudu ve bir süre tefekkür etti. Cuma müminin bayramıdır, diye düşündü. Tıpkı şehadet gibi, Allah için ölmek, Allah için yaşamak gibi… 

Güneş yukarılara tırmandıkça görevliler, beyler, ağalar, kapıdan girip çıkmaya başladılar. Gelen istihbarat bilgileri Bizans ordusunun korkunç kalabalığını ve dağları taşları saran çadırlarını anlatıyordu.

Çok öncesinden buralara gelmiş gönül erleri ile de görüşülmüş ve her türlü bilgi alınmıştı. Halk Bizans’tan memnun değildi. Bu bölgede İslam ile şereflenmiş ne kadar insan varsa Sultan’ın ordusuna dâhil olmuştu.

Sadece Müslümanlar değil, az da olsa, gayr-i müslimlerden bile katılım vardı. Bıkmışlardı Bizans’ın yerli yersiz baskılarından, halkı anlamaktan uzak yöneticilerinden ve zayıfı, köylüyü, garibanı yok sayan düzenlerinden.

Onlar, her ne kadar Müslüman olmasalar da namını çokça duymuşlardı Sultan Alparslan’ın ve haksız yere karıncayı bile incitmeyen ordusunun. Üstelik bunu bilmeyen yoktu Anadolu’da. 

Bizans ne kadar uğraşsa da Müslümanları kötü göstermek için, boşunaydı. 

Bir kere yola çıkılmış, başlangıç noktasına göre, Allah’ın da yardımı ile, dikkate değer bir güç olmuşlardı.

Ama yine de en az beş kat daha fazlaydı düşman ordusu. 

Anlatılanları dikkatle dinleyen ve her ihtimali büyük bir titizlikle hesaplayan Sultan Alparslan, asla bir yılgınlık ve korku belirtisi göstermiyor, aksine kararlılığı artıyordu.

O, büyük istişareler ve zamanın gereklilikleri doğrultusunda Allah için cihada karar vermiş ve bir yola çıkmıştı.

Düşünüyordu da; yola çıktığı ilk güne göre bugün orduya katılan Müslümanlar ve diğerleri birlikte ile sayıları kat be kat artmıştı.

Evet, düşmana göre sayıları çok azdı ama her gün her saat kendilerine dua eden Müslümanların ve Bizans’ın zulmünden bıkmış gariban halkın umudunu kıramazdı. 

Bir ara yalnız kaldığında uzun uzun dua edip, rabbine arz-ı hal etti. Namazın yaklaştığı haber verilince kalkıp, gusledip hazırlandı. Beyaz bir elbise, bir kefen üzerine silahlarını kuşandı. Otağın kapısında kendisini bekleyenlerle birlikte namaz alanına doğru ilerledi. 

Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti:

“Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Ben, Müslümanların camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehid olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım; benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.”

O kadar kararlı ve o kadar samimi bir sesle konuşmuştu ki, bunun etkisinde kalan askerler hep bir ağızdan şöyle haykırdılar: 

“Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz.”

Sultan’ın üzerindeki beyaz elbiseyi gören askerler zaten mesajı almışlardı. Bugün cenk ve cihad günüdür diye düşünmeyen bir tek asker bile yoktu. Heyecan çok büyüktü. Allah için yola çıkmak, Allah için yaşamak ve Allah için ölmek onların temel gayesi idi.

Sadece Müslümanların değil diğer mazlum toplulukların da umudu olduklarını biliyorlardı.

Davalarının ila-yı kelimetullah olduğunu her biri tek tek biliyordu.

Sultan Alparslan’ın sesi herkesin adeta iliklerine işliyordu:

“İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.”

Ordu hücuma geçtiğinde hiç kimsenin aklının köşesinden bile geçmiyordu yenilgi. Öylesine inanmış, öylesine azmetmişlerdi.

Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş, güneş batarken sona erdi. Eşi benzeri görülmemiş bu meydan muharebesi, Sultan Alparslan ve İslam ordusunun zaferi işle sonuçlanmıştı.

Tekbirler, ağlamalar, sevinç ve hüzün aynı anda dolduruyordu Malazgirt semalarını. Zaferin sevinci ve şehit olamamış olmanın hüznü. Başka bir toplulukta olmayan muhteşem bir inanmışlık…

Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı, Müslüman Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı.

Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği ve ila-yı kelimetullah için canını vermeye hazır askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik ordu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde darmadağın etmiş ve büyük bir zafer kazanmıştı.

Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator, savaşın galibi İhtişamlı Sultan Alparslan’ın huzuruna çıkarıldı. Sultan, imparatora çok iyi davrandı:

Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın, diye sordu.

Diojen, bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım, diye cevap verdi.

Buna rağmen Sultan, İmparatoru affederek gönderdi. Âleme nizamla yeminli bir liderden bekleneni yaptı. Hem zaferi kazandı hem de gönülleri. Anadolu’nun kapıları bir daha kapanmamak üzeri Müslümanlara açıldı. Halk onları bir emniyet, adalet ve güven unsuru olarak bağrına bastı.

 

***

Aradan 946 yıl geçti.

O günden beri Sultan Alparslan ve yoldaşlarını bu topraklardan atmaya yeminli Haçlılar hiçbir zaman emellerinden vazgeçmediler.

Ama kader-i ilahi her zaman Ümmet-i Muhammed’i hak ve zafer üzere galip kıldı. 

Geldiğimiz şartlarda, Haçlılar ve temsilcileri, bu sefer de Avrupa kapılarına dayanmış olan bu milleti yok etmek için çok büyük planlar yapıyorlar. Her gün yeni oyunlar, yeni senaryolarla her türlü yolu deniyorlar.

Aslına bakarsanız bugün yine sayıca üstünler. Tıpkı 1071’de olduğu gibi.

Ne var ki Alparslan’ın torunları da yeniden o günkü inanç ve karalılıkla dünya Müslümanlarına ve her inançtan mazluma umut olmaya başladılar.

946 yıl önce minberlerden Sultan Alparslan’ın ordusuna dua edenlerin torunları bugün Türkiye’ye dua ediyorlar. 

Evet, şartlara bakılınca onlar bizden kat be kat güçlüler. Ama biz onlara göre çok daha fazla imanlı ve inançlıyız.

Muhteşem Sultan’ın dediği gibi: “Ya muzaffer olur gayemize ulaşırız, ya şehit olur cennete gireriz.”

Değil mi ki, Sultan Alparslan gibi kefenimizi giyerek yola çıkmışız! 

Ve değil mi ki, dünyanın mazlum ve mağdur milletleri, kapitalist küresel dünya azgınlarının elinde inim inlerken, tek umutları biz olmuşuz…