Yıl 2013,

Küçük bir ilçede,

Hasbelkader müdürlüğünü üstlendiğim imam hatip ortaokulunun sadece on üç öğrencisi ve iki tane de öğretmeni vardı.

Bir binası yoktu tabii…  (halen yok!)

Sadece başka bir okuldan alınan eski malzeme depolarının yanında ve zaten kullanılmayan iki adet sınıf. Biri derslik bir de idari oda.

Okulda göreve başlamadan, zaten bazı bilgilere sahiptim. Çünkü on üç öğrenciden biri benim kızım; iki öğretmenden biri de eşimdi.

Bazı kişi ve kişilerin, bazı STK /sendikaların, her gün bu okulun kapatılması için demeçler verdiğini, halkın okula karşı kışkırtıldığını…

Hepsini biliyordum.

Birkaç yürekli ve vicdanlı insanın, biz de üzerimize düşeni yapalım diye, açtıkları bu okula başta hiç kayıt yapan olmamış.

Sonradan bir köy imamı devreye girmiş, kendi çocuğu dâhil, cemaatinden birkaç kişiyi ikna ederek sayıyı yedi sekize ulaştırmış. Derken başka bir imam ve başka biri daha… Sayı olmuş on üç, bir de benim kız, on dört.

Ama hepsi bu kadar.

Bu çok uzun ve çetrefilli bir hikâyedir, Allah ömür verirse yazmayı planladığım bir romanın konusudur. Onun için uzatmadan asıl konuya geçiyorum.

O yılın ikinci dönemi görevi devraldığım bu imam hatip ortaokulunun öğrenci sayısını nasıl arttırırım diye düşünürken; en iyi yolun, direkt vatandaşla iletişim olduğuna karar ver verdim. Ve başladım araştırmaya nereden nasıl başlasam diye…

Hemen her gün mesaiden sonra arabamla köy köy, ev ev gezmeye başladım. İlk başlarda insanların bakışını görmeliydiniz. Korku, şüphe, kafa karışıklığı…

Ve sorular…

Üst üste, yan yana sorular. Vatandaş istiyor, heyecanlanıyor ama kafalar karışık, önceden yaşanmış olumsuzluklar var. Korku var!

-Ya tekrar kapanırsa imam hatipler?

-Kapanmaz inşallah. Siz destek olursanız kapanmaz.

-Önceden de destek olduk ama kapattılar.

-Şimdi destek olmazsanız bu sefer de siz kapatmış olacaksınız! Onlar kapatsın, biz açalım daha iyi olmaz mı?

-?!

-Peki, bu çocuklar okursa en fazla ne olabilir ki?

-Başbakan olur, Cumhurbaşkanı olur…

-!?

Sorular uzadıkça kendime inanamıyordum, içime Nasrettin hoca kaçmış gibi. Neyse ki tek tük kayıt dilekçeleri alıyorum önümüzdeki yıla…

Dedim ya hikâye uzun, romana saklıyorum. Onun için son ve en önemli anekdotla bitireyim:

Yine bir evin avlusundayız, yanımda sırf İmam Hatipli diye başına gelmeyen kalmamış ama ona rağmen mücadele eden İsmail abi var. Karşı merdivende yaşlı bir teyze oturuyor. Elinde bastonu, çenesini bastona yaslamış, bizim heyecanla anlattıklarımızı dinliyor.

Ben konuşmamı bitirene kadar tek kelime etmeyen yaşlı teyze, konuşma bitince elindeki bastonu hafifçe merdiven korkuluklarına vurarak;

-Benim kuzum seneye beşinci sınıfa gidecek. Ana baba yok, ben bakarım. Taa oradaki okula nasıl gidecek?

-Servis var teyzecim, yemeğini de devlet veriyor.

-İyi o zaman gelsin amma benim kuzum yüzbaşı olmak istiyor, olabilecek mi?

-Tabii ki olabilecek teyzem. Sonuçta bu okul da devletin, bu çocuklar da bu ülkenin vatandaşı.

Teyzenin daha birçok şüphesini giderip ön kayıt dilekçesine imzasının attırdık.

Velhasıl,

Okuldan tayin isteyip ayrıldığımda 250 öğrencimiz vardı.

Yıl 2016,

Artık başka bir ildeyim.

Geçen gün Memur Sen Genel Başkanı Ali Yalçın’ın “Askeri okullara girişte İmam Hatip öğrencilerinin önü açılmalıdır” açıklamasını içeren haberi okuyunca başımdan kaynar sular döküldü.

Ne yani ben teyzeye yalan mı söyledim. Şimdi sekizinci sınıfta olan “kuzusu” ilkokuldan beri hayallerinde büyüttüğü subaylığa başvuramayacak mı?

Neden?

İmam Hatip mezunlarının hangi özelliği onların askerlik gibi kutsal bir vazifeyi yapmalarına engel oluyor?

Yani şimdi bize güvenip imam hatip okuluna gönderdiği “kuzusunu” askeri okula gönderemeyecek mi yaşlı teyze?

Peki, ama neden?

 

(Teşekkür: Bu mücadelede her şart altında desteklerini gördüğüm Ali Bilgiç, Ramazan Paksoy, Mehmet Özden, İsmail Bulut, Halil Yılmaz başta olmak üzere bütün dostlara selam olsun.)