TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın, ‘Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar bir anayasa olmalıdır’ şeklindeki açıklamasıyla kıvılcımını çaktığı laiklik tartışmasına iki nedenle itiraz ediyoruz.

Birincisi; laiklik tartışması yapan kesimlerin, laiklikten ne anladıklarını net olarak ortaya koymamaları nedeniyle, kimin ne istediğinin anlaşılamaması, be nedenle de laikliğin anayasa metninde olmasıyla ülkenin laik olacağı, anayasa metninden çıkarılmasıyla da ülkenin laiklikten uzaklaşacağı yanılsamalarının, gerçekmiş gibi tartışılması.

İkincisi; bu tartışmaya, toplumsal ve siyasal  sorunların çözümlenmesinde sınıfsal ve sosyolojik analizi kullanması gereken ve üstyapısal sorunların betimlenmesinde Marksist tahlil yöntemini benimseyen sol, sosyalist sol ve içinde Türkiye sosyalist hareketinin de büyük bir bölümünün yer aldığı HDP’den yapılan katkıların da, yürütülen tartışmaların çerçevesi dışına çıkamayarak, laikliği, toplumsal temeli olmayan bir kavrammış gibi tartışmaları. Bu durumun sonucu olarak da, İktidarın ve egemen blokun, dağılan kapitalist hegemonyayı yeniden tesis etmeye yönelik yaptığı hamleleri görmeyerek, yeni hegemonya oluşturma yolunda dinden yararlanmaya çalışan sermaye blokunun oltasına takılmaları gerçeğidir.

Oysa laiklik, ne anayasa metninde yer almayla gerçekleşecek bir durum, ne de metinden çıkarılmayla ortadan kalkacak bir durumdur.

Öncelikle birçok yazımızda açıklamaya çalıştığımız laiklik anlayışımızı şöyle ifade edebiliriz; Laiklik; din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin  din kurallarına dayanmayıp, pozitif hukuka dayanması; devletin ve dinin birbirinden bağımsızlaşması; devletin din ve inançlar karşısında tarafsız olması; dinsel görüş ve kurumların, siyasal otoritenin dayanağı olmaktan çıkarılması, devlet otoritesinin ve siyasal otoritenin meşruluğunun tanrısal değil, dünyevi bir kaynağa yani halka dayanması; bilginin referansının tanrısal olmaktan çıkarılıp, tamamen beşeri-rasyonel bir temele oturtulmasını ifade eder.

Hukuksal anlamıyla laiklik, cumhuriyet dönemi boyunca tehdit ve tehlike altında olmamıştır, AKP dönemi ve sonrasında da olmayacaktır. Türkiye’de, 1908 burjuva devriminde sonra, devlet ve yasalar geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde akla ve hukuka dayanmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri kendi üstyapısal yansımasını ulus devlet şeklinde oluşturmuş ve değişen hükümetler de olsa derinleştirerek devam ettirmektedir. Siyasal otoritenin kaynağı, o dönemden bu yana tanrısal değil, dünyevidir. Eğitim sistemimiz ve müfredatımız da, bilginin kaynağının tanrısal değil, beşeri ve rasyonel bir temelde belirlendiğini göstermektedir.

Laiklik bir süreçtir, hem de Osmanlı’dan, 1800’lü yıllardan bu yana sürmekte olan bir süreçtir. Osmanlı’da o yıllardan itibaren, hâkim yapı olan feodalizmin yavaş yavaş tasfiye olması ve kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olmaya başlamasıyla, bu ilişkilerin üstyapıya yansıması olan, yasaların dinsel kurallar yerine akla ve hukuka dayanması anlamına gelen laikleşme süreci, tarihsel süreç boyunca hep üretim ilişkilerinin gelişimine paralel bir süreç izlemiştir. Her dönem hâkim olan tarihsel blok, kendine uygun siyasal üstyapıyı kurduğu gibi laiklik anlayışını da oluşturmuştur. Sözgelimi; 1908 devrimine kadar, hakim olamayan ticaret burjuvazisi, feodal üretim ilişkilerinin temsilcileriyle çatışarak ülkede bir hakimiyet savaşı vermiş, devrimden ve özellikle 1913 Bab-ı Ali baskınından sonra baskın güç olmuş ve nihayet Cumhuriyet’le birlikte tam hakimiyet tesis etmiştir. İttihat ve Terakki hareketinde vücut bulan ticaret burjuvazisi, sonraki yıllarda sanayi burjuvazisine dönüşme sürecinde baskıcı karakterini güçlendirmiş, diğer sınıf ve katmanları yok etmek için faşist yöntemleri kullanmaktan geri durmamıştır. İmparatorluk bakiyesinden, Türk ulusuna dayanan otoriter devlet yaratma anlayışı her alanda olduğu gibi, laiklik alanında da bırakın özgürlükçü bir laiklik anlayışını, dini devlet denetimine alan, dini kamusal alandan uzaklaştırmaya çalışan ve bir bütün olarak Kemalizmin baskıcı karakterini taşıyan bir laiklik anlayışı ortaya çıkmıştır. 60’lı yıllarla birlikte sanayi burjuvazisinin hakimiyet kurması, laiklik anlayışında bir yumuşamaya yol açmamış, yeni hegemonyanın önemli unsurlarından biri de bu baskıcı laiklik anlayışı olmuştur. 1980 darbesi, Türk-İslam sentezi politikasına yol vermişse de, laiklik anlayışında herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Sanayi burjuvazisinin hakimiyetinin ideolojik aygıtları olan yargı kurumları ve üniversiteler, özgürlükçü bir anlayışın gelişimini engellemiş v baskıcı anlayışın yeniden üretilmesine devam etmiştir. 1990’lı yıllarda, merkez sağ hegemonyanın dağılmasıyla birlikte, yeni hegemonya kurulamamış, koalisyonlu yıllardan sonra AKP ile birlikte muhafazakar sermaye blokunun iktidar süreci başlamıştır. AKP, ilk yıllarında muhafazakar-neoliberal anlayışı sonucu her alanda olduğu gibi, laiklik alanında da daha liberal bir anlayışı kurmaya çalışmış, bu yolda, sanayi burjuvazisinin TÜSİAD’da billurlaşan anlayışını ve onun müttefiki olan TSK’nin hegemonyasını kırmak için bir dizi reform yapmıştır. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla paralel yürüyen ve baskıcı laiklik anlayışını gerileten ve nispeten dinsel özgürlüklerin önünü açan bu çabalar, başörtüsü yasağının kalkması gibi, ülkede özgürlükçü laiklik anlayışı yönünde olumlu değişimler yaratmış, ancak, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması, zorunlu din derslerinin seçmeli hale getirilmesi, Alevilerin ve diğer dinsel azınlıkların haklarının tanınması gibi özgürlükçü reformlarla devam etmemiştir. Esasen bu reformları muhafazakar sermaye öncülüğündeki tarihsel bloktan ve AKP’den beklemek de yersizdir. Çünkü her tarihsel blok, kendi siyasal anlayışını ve değerlerini hegemon yapı olarak belirlemeye çalışmaktadır.

Bu açıklamalardan sonra, TBMM başkanının açıklamasını, siyasal anlamda anlamsız ve boş, fakat hegemonya kurma ve gündemi değiştirme anlamında önemli buluyoruz. Solun, sosyalist solun ve HDP’nin, laikliğe sahip çıktığını sanan ve yaratılan anlamsız tartışma ateşine odun atmaktan öteye gitmeyen yaklaşımlarını da, AKP’nin yarattığı gündemin kuyrukçusu-takipçisi konumuna düşen sığ bir anlayış olarak değerlendiriyoruz. Gerçek acıdır fakat üzülerek ifade etmeliyiz ki; sosyalist sol ve HDP; laiklik tartışmalarında, Ergenekon, TÜSİAD ve Kemalist solun yedeği konumuna düşmüştür.

Oysa laiklik tartışmaları başlamadan önce neleri mi konuşuyorduk? İşte birkaçı;

-Çöken çözüm süreci, Güneydoğu'da devam eden operasyonlar, yerle bir edilen kentler, ölen çocuklar, kadınlar, gençler, asker ve polis haberleri.

-Ensar Vakfı ile ortaya çıkan çocuk tacizleri.

-Kilis'e atılan füzeler.

-Rusya ile yaşanan kriz.

-AB ve ABD’den gelen kimi eleştiriler.

-Canlı bomba katliamları

-Ekonominin sıkışması ve kriz ihtimali.

-Paralel operasyonları adı altında yapılan hukuksuz operasyonlar.

-Dokunulmazlıkların Meclis'e gelmesi durumunda yaşanacak kaos ortamı.

-Reza Zarrab olayı.

-Sahte diploma olayının dillendirilmesi.

-Binali Yıldırım'ın oğlunun kumar masası görüntüleri.

Ülkenin gerçek gündemleri bunlardır. Sosyalist sol ve HDP, egemen blokun ve AKP’nin hegemonya oluşturma ve gündemi değiştirme amaçlı laiklik tartışmalarına gözü kapalı bir şekilde atlayacağına ve Kemalist laikçilik anlayışının yedeği konumuna düşeceğine; zorunlu din dersi uygulamasına son verilerek, her bir öğrencinin kendi inancı doğrultusunda seçmeli olarak ders ve eğitim alma hakkının gözetildiği, sivil din eğitiminin tümüyle serbest olduğu, Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılarak, devletin din ve inanç alanından elini çektiği, din ve inanç işlerinin topluma, inanç sahiplerine bırakıldığı, inanç topluluklarının örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılarak, kendi inançlarını istedikleri gibi yaşayabilecekleri koşulların yaratıldığı, başta Cemevleri olmak üzere, Aleviler’in bütün ibadet mekânlarının “ibadethane” olarak tanındığı, kapatılmış dergâh ve benzeri ibadet mekânlarının önündeki engeller kaldırılarak, bu konuda yerel yönetimlere inisiyatif tanındığı, dini inançların gereği olarak tercih edilen kılık ve kıyafete hiçbir alanda müdahale edilmediği bir özgürlükçü laiklik anlayışını hayata geçirmek için mücadele etmelidir.

Bu arada, sosyalist sol ve HDP, laiklikten, belli bir zaman dilimi içerisinde, dinin, dinimsi mekanizmaların ve batıl inançların toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreceli olarak azalması anlamına gelen sekülerleşmeyi anlıyorsa ve bu anlamda Türkiye’nin sekülerleşmediğini düşünüyorlarsa, bu durum da aymazlık değilse bile politikasızlıktır. Yapılan bütün araştırmalar, 14 yıllık muhafazakâr AKP iktidarına rağmen, Türkiye toplumunun sekülerleştiğini gösteriyor.

Son olarak, sosyalistlerin ve ötekileştirilenlerin mücadelesinin ekseni kapitalizme karşı olmak zorundadır. Yaşanan her politik sorunu sınıf mücadelesinin süzgecinden geçirmek gereklidir.  Aksi halde ortada ne bir duruş kalır, ne de mücadele edilecek bir program.